ABD ve İslami Hareketlerle İlişkiler

Birinci Dünya Savaşı'nın emperyalist ve sömürgeci günahını taşıyan İngiltere ve Fransa'nın aksine ABD büyük bir fırsata sahipti. Wilson Prensipleri'nin getirdiği iyimserlik havası içinde ABD, Batı adına İslam dünyası ile yepyeni bir sayfa açabilirdi.

Obama’nın IŞİD ile mücadele stratejisini açıkladığı konuşmada satır arasında kalan önemli bir konu vardı.
IŞİD’in yeni ismi İslam Devleti’nden bahsederken bu örgütün gerçek İslam ile alakası olmadığını vurguladı.
Bu vurgunun arka planında IŞİD türü radikal örgütlerin sert İslam anlayışlarının panzehri olacak, alternatif İslam yorumlarına duyulan ihtiyaç var.
Ancak ABD’nin İslami hareketlerle kurduğu ilişkinin tarihine baktığımızda hiç de başarılı olamadığını görürüz.
Birinci Dünya Savaşı’nın emperyalist ve sömürgeci günahını taşıyan İngiltere ve Fransa’nın aksine ABD büyük bir fırsata sahipti.
Wilson Prensipleri’nin getirdiği iyimserlik havası içinde ABD, Batı adına İslam dünyası ile yepyeni bir sayfa açabilirdi.
İsrail’in kurulması ile bu fırsat kaçtı.
Ortadoğu’da kurulan otoriter yönetimlerin baskısının vebali de ABD’ye yüklendi.
Bundan da önemlisi, ABD, Suudi Arabistan başta olmak üzere Müslüman ülkelerle ilişki kurarken İslam’a araçsal baktı.
Yeşil Kuşak bu tür bir ilişkinin sonucuydu.
Benzer şekilde, Sovyetler Birliği’nin yayılmasını engellemek için İslami hareketlere bir proje mantığı ile yaklaştı.
Sovyetlerin 1979 Afganistan işgalinden günümüze ABD’nin bu yaklaşımı değişmedi.
Demokrat ya da Cumhuriyetçi ABD Başkanları küresel menfaatlerine uygun işlerde kullanabilecekleri İslami hareketleri öne çıkardılar.
Ancak siyasetin din ile kurduğu ilişki proje formatına girdiğinde faydadan ziyade sorun üretiyor.
El-Kaide gibi radikal oluşumlar da ABD’nin İslami hareketleri kullanma gayretlerinin sonuçları.
Bütün başarısızlığına rağmen ABD, İslam dünyasına yaklaşımını bir türlü projeci mantıktan uzaklaştıramadı ya da uzaklaştırmadı.
Yıpranan ve radikalleşen İslamcıları tasfiye etmek için de “Ilımlı İslam” şeklinde yeni bir kategori üretildi.
Gülen Hareketi’nin gönüllü olarak sahiplendiği bu kategorinin de projeciliği Türkiye örneğinde iflas etti.

***

Bugün Ortadoğu’da şiddet uygulayan radikal İslami hareketlerin beslendikleri birçok kaynak var elbette.
Asr-ı Saadeti özcü ve tarihdışı bir algıyla yeniden üretmek isteyen tepkisellik, radikalleşmenin bir sebebi.
Modernleşmenin getirdiği değişime verilen gelenekçi ve içe kapanıcı tepkiler de bu bağlamda sayılabilir.
Yine bölgesel güçlerin milli menfaatlerine meşruiyet sağlamak için ürettikleri dinci politikalar ve söylemlerin de radikalleşmeyi beslediği ortada.
Bütün bunlara rağmen, İslami hareketlerin radikalleşmesinde dünya düzeninin banisi olan ABD’ye önemli bir sorumluluk yükleniyor.
11 Eylül’den sonra Afganistan ve Irak işgallerini gerçekleştiren ABD, bu ülkelerde sağlam siyasal yapılar kuramayarak Ortadoğu’nun dini ikliminin radikalleşmesine olumsuz anlamda büyük katkı sağladı.
İşte IŞİD böyle bir ortamda büyüdü.
Ne yazık ki Arap devrimlerinin Ortadoğu’yu demokratikleştirme imkânını da kötü değerlendirdi ABD.
İhvan hattını çökerterek yeni bir radikalleşmenin önünü açtı.
Bu saydıklarım bir araya getirildiğinde bir husus öne çıkıyor:
Siyasi amaçlı dinsel operasyonlar daha büyük sorunları beraberinde getiriyor.
ABD, İslam dünyasının kendi sorunlarını kendisinin çözmesine katkı sağlamalı.
Elbette burada bir çelişkiye de işaret etmeliyim:
ABD ne yapsa ya da ne yapmasa tepki çekiyor.
Öncelikle İslam politikalarında paradigmatik bir değişim gerekli.
ABD, İslam’a projeci yaklaşmayı bırakarak her şeye yeniden başlayabilir.

[Sabah, 16 Eylül 2014]

Etiketler: