27 Nisan’dan 7 Şubat’a Siyasete Müdahale

1960, 1980, 28 Şubat darbeleri; 2004-2006 darbe planları, 27 Nisan 2007 darbe girişimi ve 14 Mart 2008 AK Parti'ye kapatma davası nasıl sivil iradeye karşı farklı düzeylerde darbe vurmayı amaçlıyorsa 7 Şubat da yeni Türkiye'ye karşı bir sabotaj girişimidir.

Öncelikle yaşadığımız durumu tespit etmeye çalışalım. Neresinden bakarsanız bakın, geçtiğimiz hafta yaşadığımız sürecin mahiyeti bir “ulusal güvenlik krizi”, ismi ise “7 Şubat müdahalesidir.” 1960, 1980, 28 Şubat darbeleri; 2004-2006 darbe planları, 27 Nisan 2007 darbe girişimi ve 14 Mart 2008 AK Parti’ye kapatma davası nasıl sivil iradeye karşı farklı düzeylerde darbe vurmayı amaçlıyorsa 7 Şubat da yeni Türkiye’ye karşı bir sabotaj girişimidir. Geçmiş darbeler ve girişimleri büyük ölçüde ülkemiz sınırları içinde hükümeti ortadan kaldırmayı ya da iktidarı ele geçirmeyi hedefliyordu. Elbette hepsinin sınırlarımızı aşan boyutları, küresel güçlerle yakın bağları da mevcuttu. Ama hiçbiri, büyük ölçüde, Türkiye’nin sınırları dışındaki varlığını veya potansiyelini hedeflemiyordu. Soğuk Savaş’ın sıradan bir kanat ülkesi haline getirilen Türkiye’nin kendi iç çekişmelerinin dışarıyla da paslaşan güçler marifetiyle her on yılda bir manipüle edilmeye çalışılmasından öte bir anlamı yoktu. Türkiye bölgesinde defansta kaldığı, Osmanlı sonrası tayin edilmiş siyasi ve sosyal sınırları zorlamadığı sürece de küresel güçlerin özel bir Türkiye ilgisi hiçbir zaman olmadı.

7 Şubat’ı geçmiş darbe ve girişimlerinden ayıran en önemli özelliği ise açtığı görünmeyen yaranın görünenden daha ciddi olma potansiyelidir. Aynı şekilde, görünen ülke içi iktidara ortak olma girişiminin doğurduğu gerginlikten daha fazla ülke dışarısında Türkiye’ye dair hesaplar bulunmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından bu yana en derin siyasi kırılmaları son 10 yıl içinde yaşadık. Hatta denilebilir ki Osmanlı’nın yıkılmasından bu yana en uzun 10 yılı milenyumdan bu yana yaşadık. 1960’ta tesis edilen vesayet sistemi, Cumhuriyetle beraber icat edilen korkular, Osmanlı sonrası kabullenilen siyasi ve sosyal sınırlar geçtiğimiz on yıl içinde yeniden gözden geçirildi. Bu süreç zor, sıkıntılı olmakla beraber dünyanın diğer yapısal değişimler yaşayan ve yaşamış örneklerine göre oldukça sakin ve en önemlisi kansızdı.

NORMALLEŞME SÜRECİ VE ‘İSTİSNA’

2002’den bu yana ise sert bir iktidar mücadelesi yaşandı. Milletin yetki verdiği hükümet muktedir olmak için elinden gelen mücadeleyi, bürokrasi, yargı, ordu, sermaye, medya ve onlarla farklı düzeylerde ilişkili küresel güçlere karşı verdi. Sonuçta vesayet rejimi geriletildi, millet kendisine yabancılaşan devletiyle arasındaki mesafeyi kapatmaya başladı. Bu sürecin eğer bir ismi olacaksa normalleşme en uygunu olurdu. Türkiye demokratikleştikçe normalleşti, normalleştikçe millet adına seçilmişler güçlendi, meclis güçlendikçe eski Türkiye’nin aktörleri ya tasfiye oldular ya da yeni Türkiye’yi sindirmek durumunda kaldılar. Her geçiş sürecinde olduğu gibi Türkiye’nin normalleşmesinde de istisnai vakalar, dönemler ve aktörler ortaya çıktı. Bunlar kâh demokrasi adına mücadele veren safta yer aldılar kâh eski alışkanlıklarını hatırlayıp meclis iradesini bastırmaya çalıştılar. Sonuçta hangi safta yer alırsa alsınlar eski Türkiye’nin iki alışkanlığından kurtulamadılar: Devlete şekil biçmek ve siyasete vaziyet etmek. Bu iki saplantının hayata geçebileceği yer elbette sivil alan değildi. Çünkü sivil alan verilen temsil yetkisinin oylarla sağlandığı oldukça sağlıklı bir mekanizmadır. Bu iki saplantının kaynağı yine bürokra

Etiketler: