11 Eylül’ün beşinci yılı: Muhasebe zamanı (1)

Amerika Başkanı Nixon’ın ünlü Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, Çin’e yaptıkları bir ziyaret sırasında Çin devlet başkanına Fransız devrimi hakkındaki düşüncelerini sorar.Kissinger, Avrupa ve dünya tarihinin seyrini değiştiren bu büyük olayı Çin başkanının nasıl değerlendirdiğini merak etmekte ve üstü kapalı olarak Çin’in Batı’nın siyasi ideallerini ne zaman benimseyeceğini sormaktadır

Amerika Başkanı Nixon’ın ünlü Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, Çin’e yaptıkları bir ziyaret sırasında Çin devlet başkanına Fransız devrimi hakkındaki düşüncelerini sorar.Kissinger, Avrupa ve dünya tarihinin seyrini değiştiren bu büyük olayı Çin başkanının nasıl değerlendirdiğini merak etmekte ve üstü kapalı olarak Çin’in Batı’nın siyasi ideallerini ne zaman benimseyeceğini sormaktadır

 Çin başkanı biraz düşünür ve şu cevabı verir: “Henüz bir şey söylemek için çok erken.” Beş bin küsur yıllık yazılı bir tarihe sahip olan Çin medeniyetine ait bir devlet adamının bu cevabı Kissenger’ı şaşırtmış olabilir. Fakat kadim medeniyetlere mensup bütün düşünürler önemli hadiseleri insanlık tarihinin uzun perspektifinden değerlendirmeyi salık verirler. Beşinci yılını yaşadığımız 11 Eylül hadiselerine böylesine geniş bir tarih bakış acısıyla bakmak, Amerikalılar dahil herkesin yararınadır. Amerika menfur 11 Eylül saldırılarından bu yana geçen 5 yıllık sürede ne yaptı? 11 Eylül saldırılarına Amerikan yönetiminin verdiği tepkinin köklerini Amerikan tarihinde bulmak mümkün mü? Bush yönetiminin geliştirdiği söylemler ve izlediği politikalar, bir istisnaya mı yoksa norma mı işaret ediyor? Bu sorulara doğru cevap verebilmek Amerika’nın bundan sonra izleyeceği politikaları anlamak açısından büyük önem taşıyor. Eğer bir tarihî süreklilikten bahsedeceksek Kasım 2008’de yapılacak başkanlık seçimlerinde Beyaz Saray’a Demokrat bir başkanın gelmesi çok fazla şeyi değiştirmeyecek. Fakat bu sorular asıl samimi bir 11 Eylül muhasebesi yapabilmek için cevaplanmayı bekliyor.

Belli başlı gelişmeleri kısaca gözden geçirelim. Bush yönetimi 11 Eylül saldırılarının ardından terörle mücadele adına Afganistan ve Irak’ı işgal etti. Filistin ve Lübnan’ın yerle bir edilmesine göz yumdu. İran ve Suriye üzerindeki baskıları artırdı. Irak, Filistin ve Lübnan’da yaşanan trajedi yüzünden Ortadoğu tarihinin en gergin dönemlerinden birini yaşıyor. Bush stratejistleri bin bir dereden su getirerek Saddam’ı, Hamas’ı ve Hizbullah’ı 11 Eylül’le ilişkilendirip terörle mücadele cephesinin ana hedefleri haline getirdiler. Şimdi Amerika’yla iyi geçinmeye çalışan siyasi aktörler dahi karşılarında irrasyonel bir siyasi-askeri gücün bulunduğunun farkında.

Korku politikaları çözüm değil

Öte yandan Bush yönetiminin geliştirdiği “ya biz ya onlar; özgürlüğe karşı faşizm, Amerikan yaşam tarzına karşı cihadı ideolojiler, vs.” siyasi söylemleri, medeniyetler çatışması tezine siyasi bir boyut kazandırdı. Ve bu Amerikan karşıtlığının küresel bir boyut kazanmasına neden oldu. Amerika ince gücünün yanı sıra prestijini, inandırıcılığını ve nüfuzunu yitirdi. Ortadoğu’daki dostlarını ve müttefiklerini kaybetme noktasına geldi. Suudi Arabistan ve Türkiye gibi stratejik ortaklar, Amerika’yla dost olmanın ne kadar büyük bir maliyeti olduğunu biliyor; çünkü hiçbir hükümetin Amerikan karşıtı kamuoyunu kontrol altına alacak gücü yok. Demokratikleşme, reform, vs. adına atılan adımlar dahi Amerika’nın çıkarlarına hizmet eden araçlar olarak görülüyor. Bush yönetiminin seçimle işbaşına gelen Hamas hükümetini ablukaya alması ve İsrail’in saldırılarına destek vermesi, 11 Eylül’den sonra demokrasi kelimesinin de içinin boşaldığını gösteriyor. Bütün bunların küresel bir öfke ve nefret yarattığını görmek için kahin olmaya gerek yok.Geçen beş yıllık sürede Amerika içindeki tartışmalar nasıl bir seyir izledi? Buradaki tablo da iç açıcı değil. “Amerikan Yüzyılı” projesinin fikir babaları, tezlerinin doğruluğunu ispatlamak için her türlü argümanı kullandılar. Muhalefeti susturmak için açık-gizli ihbar ve casusluk sistemleri kurulması çağrısında bulundular. Kimi durumlarda üniversite çevrelerinden gelen muhalefetin önüne geçmek için ‘şahsiyet suikastı’ ve ‘akademik linç’ yollarına başvurdular. Argümanların yerini şantajcılık aldı.

Bugün korku politikası, Bush yönetiminin en güçlü silahlarından biri haline gelmiş durumda ve bundan dünya devletleri kadar Amerikan halkı da muzdarip. İç ve dış muhalefeti bastırmak için korku taktikleri yaygın bir şekilde kullanılıyor. Bu psikolojinin hakim olduğu bir ortamda büyük küçük her hadiseyi küresel bir saldırı planının parçası olarak yorumlamak mümkün. Nitekim Bush yönetiminin ürettiği “el-Kaide miti”, artık bir örgüt değil; bu politikaya hizmet eden bir sembol ve araç. Bugün el-Kaide örgütü bütünüyle ortadan kalksa, ekonomik kaynakları bitirilse, örgüt yapısı çökertilse, yerine başka sembol Kaideler geçecek. Amerikalılar kendilerini daha fazla güvende hissetmiyorlar. Korku, ancak yeni korkular üretiyor.

Doğru soru, yanlış cevap

Oysa 11 Eylül saldırılarını takip eden hafta içerisinde Başkan Bush dahil olmak üzere Amerikan halkının büyük çoğunluğu sağduyu ile hareket etmiş ve “Bu, izlediğimiz tutarsız ve çifte standartlı dış politikanın bir sonucudur.” cümlesini telaffuz etmişti. Amerika’nın İsrail’e verdiği tek taraflı destek ve totaliter Arap rejimlerini kayırması mercek altına yatırılmış ve Amerika’nın dünyadaki yerine ilişkin köklü sorular sorulmaya başlanmıştı. Bu manada 11 Eylül, Amerikan halkı ve siyasi eliti için tarihî bir fırsattı. Çünkü 11 Eylül hadiseleri doğru tahlil edilebilseydi, Amerika “Soğuk Savaş sonrası tek kutuplu bir dünyada meşru bir süper güç olarak nasıl var olabilirim?” sorusuna da doğru bir cevap verebilirdi. ABD’nin tek süper güç olarak küresel sistem içinde adil ve meşru bir statüye sahip olması kaba gücünün caydırıcı niteliğinden çok diğer aktörler tarafından kabullenilmesine bağlı. Bu kabul olmadığında ABD’nin doğru-yanlış, taraflı-tarafsız bütün politikaları şüpheyle karşılanmaya ve son tahlilde direnişle karşılaşmaya devam edecek. ABD’nin kendini aklamaya herkesten daha fazla ihtiyacı var. Bu noktada 11 Eylül saldırıları sonrasında Amerika’nın izlediği politikalar, Amerikan gücünün neler yapabileceğini ortaya koydu; ama aynı zamanda uyuyan devi de uyandırdı. İnsanlar Amerika’nın bir imparatorluk olduğunun birden farkına vardılar. Birden diyorum; çünkü Soğuk Savaş döneminde ve onu takip eden 90’lı yıllarda Amerika meşruiyet sahibi bir güçtü. Çeşitli sol gruplar dışında Amerikan karşıtı küresel bir muhalefet söz konusu değildi. Amerikan pazılarını göstermekten zevk alan ve böylece güvenliğini sağlayacağını düşünen Bush yönetimi, Ortadoğu’daki siyasi liderlerden Hindistan’daki sıradan insanlara kadar herkeste bir şok etkisi yaptı. Amerikan siyasi aklının sergilediği irrasyonel ve saldırgan tavır karşısında Usame bin Ladin’in irrasyonel açıklamaları bir hiç mesabesine indi.

İmparator çıplak!   Kısacası sır ifşa oldu. Amerika’nın bir imparatorluk olduğu herkes tarafından görüldü. Fakat eşzamanlı olarak pek çok kişi “imparator çıplak” diye de bağırmaya başladı. Bu neden bu kadar önemli? Şundan dolayı: Amerika, imparatorluk ve ulus-devlet sonrası bir dönemde imparatorluk olarak var olmaya çalışan bir güç. Amerikan sistemi, emperyal bir vizyon üzerine kurulu: Amerikan medyası, eğitim sistemi, ordusu, savunma ve güvenlik stratejisi, diplomasisi, bilim araştırma merkezleri, teknolojik buluşları ve daha aklınıza gelebilecek pek çok alan. Bütün bu alanlarda başarı sağlanması, imparatorluk vizyonunun ayakta kalabilmesi için hayatî öneme sahip. Amerika kendini ‘Yeni Roma’ olarak kurgulamak için bu güce muhtaç. Nitekim bunun izlerini Amerikan tarihinde sürebiliyoruz.  

Etiketler: