Yavuz Güçtürk: İnsan Hakları Meselemizi Çözmeden Model Olamayız

Yeni Asya gazetesinin sorularını cevaplayan SETA Hukuk ve İnsan Hakları Araştırma Asistanı Yavuz Güçtürk, Türkiye'nin kendi insan hakları sorunlarını çözmeden, başka ülkelere model olmaktan söz etmesinin doğru olmayacağı değerlendirmesinde bulundu.

Yeni Asya gazetesinden H.Hüseyin Kemal’in sorularını cevaplayan SETA Hukuk ve İnsan Hakları Araştırma Asistanı Yavuz Güçtürk, Türkiye’nin insan hakları karnesine dair değerlendirmelerde bulundu.

İnsan hakları ile İslâmî değerler arasında bir çatışma olduğunu düşünüyor musunuz? Ya da hangi noktalarda ayrışmalar yaşanıyor?

Bir değer olarak insan haklarını, farklı felsefi temellere dayandıran çeşitli ekoller var. Kavramsallaştırılması modern zamanlara ait olsa da, Batı’da da erken zaman insan hakları aktörleri, insan haklarının birer hak olarak kabul edilmesine öncülük edenler arasında önemli ölçüde din adamı bulunmakta. Aynı şeyleri, İslâm dünyası için de söyleyebiliriz. Aydınlanma sonrası Batı dünyasında insan haklarının sekülerleştirilme çabalarıyla başlar. Bu dönemden sonra, pek çok alanda olduğu gibi, insan hakları alanında da genel olarak “din” karşıtı yaklaşımların arttığını görüyoruz. Dolayısıyla ve özetle şunu söyleyebiliriz: Farklı değer ve yargılardan hareketle insan haklarını temellendirmek mümkün. Bu çerçevede, kimi İslâmî değer ve hükümleri kendi insan hakları anlayışlarına aykırı bulanlar olduğu gibi, insan haklarını İslâmî değer ve yargılardan hareketle temellendirenler, açıklayanlar da var. Ancak Batı’da İslâm ceza hukukunun öngördüğü bazı cezalarla, kadın, kölelik ve benzeri kimi konulardan hareketle insan haklarıyla İslâm’ın bağdaştırılamayacağını ileri sürenler olduğunu biliyoruz. Bu analizler de, önemli ölçüde bazı İslâm ülkelerinin uygulamalarından ve genel olarak Müslümanların pratik hayatlarından kaynaklanıyor diyebiliriz.

Türkiye İslâm Dünyası için insan hakları konusunda takip edilen bir ülke mi?

Türkiye İslâm Dünyası’nda takip edilen bir ülke, ancak insan hakları konusunda takip edildiğini düşünmüyorum. Osmanlı Devleti’nin on altıncı yüzyıldan itibaren dünyanın en güçlü ülkelerinden biri haline gelmesi ve İslâm coğrafyasında en güçlü devlet olması sonrası İstanbul İslâm’ın önemli merkezlerinden biri olmuştu. Osmanlı sonraki yüzyıllarda çöküş sürecine girmesine rağmen, İslâm ülkeleri açısından model olarak alınmaya devam etmişti. Günümüzde ise İslâmiyetin dünya genelinde en yaygın ikinci din olduğunu görüyoruz. Kuzey Afrika’dan Endonezya’ya kadar olan coğrafyada 50’den fazla ülkede 1,5 milyara yakın mensubu var. Türkiye, dünyada Müslüman nüfusa sahip ülkeler arasında parlamenter sisteme en erken geçen ülkelerden biri. Aynı zamanda siyasal sistemi halen sorunlar içerse de İslâm ülkeleri arasındaki en demokratik ülkelerden biri. Bu nedenle, başta özellikle Kuzey Afrika’dan Pakistan’a kadar olan coğrafyada bir çok Müslüman ülke tarafından yakın takip ediliyor. Ama bu durum çok yeni diyebiliriz.

Türkiye’nin insan hakları açısından Ortadoğu ülkeleriyle ilişkileri nasıl ilerliyor?

Birinci Dünya Savaşı sırasında Arapların kendi ulus devletlerini kurmak üzere İngilizlerle beraber hareket etmesi, Türk tarihçileri tarafından “arkadan hançerlenmek” olarak nitelendirilmiş, akabinde kurulan Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde Orta Doğu temel ilgi alanı olmaktan çıkmıştı. Soğuk Savaş sırasında dış politikasını ABD ve Avrupa üzerinden inşa eden Türkiye’nin 1950’lerde Fransa’nın Cezayir’de gerçekleştirdiği katliâmlara sessiz kalması Arap dünyasında büyük bir öfke ve hayal kırıklığına neden olurken, 1990’lı yıllarda İsrail ile girilen yakın askerî, ekonomik ve siyasî ilişkiler, sadece siyasî ilişkileri değil toplumsal ilişkileri de olumsuz etkilemişti. Bu sürecin AK Parti iktidarı ile sona erdiğini ve son on yılda Türkiye’nin Orta Doğu başta olmak üzere, İslâm ülkeleri ile daha yakın ilişkiler kurduğunu görüyoruz. Bugün Tunus ve Pakistan gibi ülkeler -ya da 3 Temmuz Darbesi öncesi Mısır’daki yönetim- Türkiye’yi ve AK Parti’yi model olarak görüyorlar. Ancak insan hakları konusunda model olmak tamamen farklıdır. Türkiye’de insan hakları alanında 1980’li yıllardan itibaren verilen mücadeleler ve son 15 yılda yapılan reformlar, meyvelerini yeni vermeye başlamış durumda. Dolayısıyla insan hakları alanında İslâm Dünyası başta olmak üzere dünyanın geri kalanına model ülke olabilmek için uzun bir süre daha çalışmamız gerekiyor. Türkiye öncelikli olarak son 50 yılda karşı karşıya kaldığı askerî darbeler ile hesaplaşmayı tam anlamıyla gerçekleştirmeli, 90’lı yıllarda gerçekleşen faili meçhul cinayetlerin üzerindeki karanlık örtüyü kaldırmalı, Lozan Antlaşması’nda statülerini tanıdığı azınlıklar başta olmak üzere ülkedeki farklı dinî ve etnik azınlıklara yönelik geçmişte gerçekleşen ihlâlleri tazmin etmeli, ifade özgürlüğü başta olmak üzere insan hakları alanındaki eleştirileri sonlandırmalı. Özetle, kendi insan hakları sorunlarımızı çözmeden, başka ülkelere model olmaktan söz etmenin doğru olmayacağını düşünüyorum. Kaldı ki, uluslar arası politika alanına baktığımızda da, çeşitli konularda Türkiye modelinden söz edildiğini görüyoruz, ama bunların arasında maalesef insan hakları henüz yer almıyor.

NOBEL’İ OBAMA’YA VERMEK YANLIŞ BİR SEÇİMDİ

Nobel Barış Ödülü alan insanlardan kimilerine kendi ülkelerinden olumsuz eleştiriler gelebiliyor. Siz bu tepkileri nasıl yorumluyorsunuz?

Nobel Barış Ödülü her zaman tartışmalara neden olmuştur. Ödüllerin siyasî tarafı elbette vardır. Ancak bu sadece Nobel Barış Ödülü için geçerli bir durum değildir. Diğer Nobel ödüllerinin yanı sıra, dünyanın herhangi bir coğrafyasında bir kişi ya da kurum ödüllendirmek istenirken, ödülü veren kesimin de ödülü alan kesimin de siyasî pozisyonları dikkate alınır. Kaldı ki, yaşama dair her şey politiktir. Barış üzerine yapılan bir çalışmada ise siyasî tutum daha fazla ön plana çıkar. Bana göre son dönemde en anlamlı Barış Ödülü geçtiğimiz yıl verildi. Yirminci yüzyılın gördüğü en büyük barış projesi olan AB’ye verildi ödül. Üyelerinin arasındaki sorunları barışçıl düzeyde çözmeyi başarabildiği için bunun hak ediyordu. Ancak ödül verilen kişiler arasında son dönemlerde en çok tartışılan isim, kuşkusuz Muhammed El Baradey oldu. Kendisi her ne kadar bu ödülü ülkesindeki ve İslâm coğrafyasındaki çalışmalarından ziyade Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Başkanı sıfatı ile yaptığı çalışmalardan dolayı almış olsa da, ödülün kendisine yüklediği sorumluluğu taşıyamadığını düşünüyorum. Mısır’da gerçekleşen 3 Temmuz darbesine verdiği destek bunun en açık göstergesi. Darbe sonrası geçici Cumhurbaşkanı yardımcılığı görevini kabul etti. Daha sonra görevinden istifa etmesi ise -Temmuz ve Ağustos aylarında gerçekleşen katliâmlar nedeniyle- onu temize çıkarmayacaktır. Yaşı ve deneyimi göz önünde bulundurulduğunda 3 Temmuz’da Mısır’da meydana gelen gelişmenin bir darbe olduğunu açık bir biçimde görmesi ve tepkisini ortaya koyması bu ödüle sahip birinden beklenirdi.

ABD Başkanı Barack Obama’ya ilk kez seçilmesinin ardından verilen ödülün de tartışmalı olduğunu düşünüyorum. İcraatlarını ortaya koymayan bir siyasî lidere ödül vermek için çok erkendi. Nitekim tek başına Guantanamo kampını halen açık tutması bile ödül konusunda yanlış bir seçim olduğunu gösteriyor. Çok genç yaşta bu ödüle sahip olan Tevekkül Karman ve ülkesi İran’da kadın ve çocuk hakları üzerine çalışmaları nedeniyle bu ödülü alan İranlı Şirin Ebadi de farklı kesimler tarafından eleştirildi, ancak ben bu kişilere verilen ödüllerin diğerlerine nazaran daha yerinde olduğunu düşünüyorum.

ÇOK ULUSLU ŞİRKETLER BÜYÜK HAK İHLÂLLERİ YAPIYOR

Çok uluslu şirketler gelişmiş ülkelere oranla azgelişmiş ülkelerde çok büyük hak ihlâlleri yapıyor denebilir mi? Örnek verebilir misiniz?

Çok uluslu şirketlerin gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülkelerde, bu ülkelerdeki idarî ve hukukî alt yapı eksikliklerinden faydalanarak daha çok ve daha büyük hak ihlâlleri gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz. Giyim, elektronik vb. alanlarda üretim yapan çok sayıda çok uluslu şirket, Uzak Doğu’da Çin ve Vietnam gibi ülkelerde ağır şartlarda çalıştırdıkları işçiler nedeniyle sosyal hakları ihlâl etmekle suçlanırken, Chevron, Shell ve BP gibi petrol şirketleri ise sebep oldukları çevre felâketleri nedeniyle gündeme gelmekte. Türkiye’de ise, benim aklıma ilk gelen, memleketim Bursa’da 1990’lı yılların sonunda İznik Gölünün kıyısında birinci sınıf tarım arazisine Cargil firmasının fabrika kurabilmesi geliyor. Dönemin iktidar partisine mensup belediye başkanı başta olmak üzere, kentteki tüm sivil toplum örgütlerinin ortak tepkisine ve belediyenin fabrika için organize sanayi bölgelerinde yer tahsis etmesine karşın fabrika, Ankara’nın baskısı sonucu tarım arazine kurulmuş, daha sonra açılan dâvâlar fabrika aleyhine sonuçlanmasına rağmen, 2006 yılında yine Ankara’nın çıkardığı bir kanunla yıkılmaktan kurtulmuştu. Çok uluslu şirketlerin bu tür ihlâllerine karşı küreselleşen dünyada giderek daha fazla sayıda STK, insan hakları ve ekonomik küreselleşme konusuna ve çok uluslu şirketlerin ihlâllerine odaklanıyor, ancak daha alınacak çok yol var.

BASIN ÜZERİNDEKİ BASKI AZALDI, AMA KALKMADI

İslâmî referanslı insan hakları örgütleri uluslar arası camiada ne kadar dikkate alınıyor?

İslâmî referanslı insan hakları örgütlerinin henüz sayısı oldukça az. İslâm dünyasında, insan haklarına kavramına karşı belirgin bir mesafeli duruş var. İslâm dünyası, insan haklarını yakından incelemek yerine, deyim yerindeyse, onu Batılı bir kavram ve değer olarak görüyor ve uzak duruyor. Biraz bu yüzden de, insan hakları alanında çalışan akademisyen, entelektüel ve sivil toplum örgütü sayısı maalesef fazla değil; var olanlar da yeterince güçlü değil. Var olanlar da, genel bir çalışma yapmak yerine, Müslümanların insan hakları sorunlarına yoğunlaşmış gözüküyorlar. Bu durumları, onların etkinliklerini doğrudan azaltıyor. Bu sorunların yanında, İslâmî referanslı insan hakları örgütleri, ayrıca uluslar arası topluma ve insan haklarını koruma mekanizmalara karşı ilâve bir olumsuzluk taşıyorlar; onların özellikle İslâm dünyasına, Müslümanlara karşı önyargılı olduğunu, çifte standartlı davrandıklarını düşünüyorlar. Ancak burada görev yine kendilerine düşüyor. Uluslar arası mekanizmaları daha fazla etkileyebilmenin, onların dillerini ve araçlarını etkili bir biçimde kullanmalarının yolunu bulmaları gerek diye düşünüyorum. Tabiî, tüm bunlara rağmen, yine de küresel ve bölgesel kurumlar nezdinde ciddî ağırlığa sahip, akredite olmuş, rapor ve yorumları ciddiye alınan İslâmî örgütler de var.

Türkiye’de Kürtlerin hak sorunuyla ilgili büyük gelişmeler kaydedildi. Sizce eksik kalan hangi noktalar var?

2013 Kürt sorunu açısından bir dönüm noktası. Cumhuriyet tarihinde ilk defa Kürtlerle kamuoyuna açık bir biçimde masaya oturuldu. PKK’nın ilk aşamada kabul ettiği geri çekilmeyi durdurduğunu ilân ettiği dönem sonrası özellikle Kandil ve Avrupa olmak üzere bazı kesimler karamsar bir tablo çizip sürecin bittiğini öne sürdüler. Ben bu konuda olumsuz bir kanaate sahip değilim. Öncelikle bu kadar büyük ve kökleşmiş bir sorunun kısa bir sürede sonlanmasını beklemiyorum. Eksik kalan çok nokta var. Bunların müzakeresi yıllarca sürebilir. Ancak en önemli konular, anadilde eğitim, yerel yönetimler, sürmekte olan dâvâlar ve cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlülerin durumu olacaktır. Tüm bunların yanı sıra, 1990’lı yıllarda bölgede devlete bağlı çeşitli kesimlerce işlenen suçların ortaya çıkarılması ve Kürtlere bu konuda adaletin yerine getirildiği mesajının da verilmesi gerekir.

Basın özgürlüğü insan haklarının neresinde yer alır. Türkiye’de basın özgürlüğü konusundaki görüşleriniz nelerdir?

Basın özgürlüğü en önemli insan hakları alanlarından biri olan ifade özgürlüğünün bir uzantısıdır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi metinlerde de ifade özgürlüğünü tanımlayan maddeler ile beraber yer almaktadır. Yani temel bir özgürlük alanıdır. Türkiye’de basın özgürlüğü sürekli olarak tartışma ve eleştiri konusudur. Medya mensuplarının yazı yazmak, demeç vermek, vb. ifade biçimlerinden dolayı Türk Ceza Kanunu, Terörle Mücadele Kanunu vb. yasalar aracılığı ile baskı altına alınması, 1990’lı yıllara göre azalsa da halen sonlanmadı. Geçtiğimiz yıllarda tartışılan hapisteki gazeteciler sorunu ise yerini medyada muhalif köşe yazarlarının işten çıkarılması tartışmalarına bıraktı. Gerçekten de Türkiye’de TV ve gazeteler el değiştirdikçe işten çıkarılan medya mensupları olduğunu görüyoruz. Medya ve sermaye ilişkisinin bu kadar yakın olduğu ülkemizde, geçmişte olduğu gibi bugün de iktidara yakın olmak isteyen medya patronları tarafından gazetecilere baskı yapıldığı, kimi gazetecilerin işten çıkarıldığı, bu durumun oto sansürün ciddî ölçüde yaygınlaşmasına neden olduğu bir gerçek.
Türkiye’de basın özgürlüğünü değerlendirmek için AB İlerleme Raporlarına ya da sivil toplum örgütlerinin değerlendirmelerine bakmaya gerek yok. AİHM’ne ifade özgürlüğü alanından giden dava dosyaları önemli bir yer tutmaya devam ettikçe bu alandaki sistematik sorunun giderilemediğini görmüş olacağız.

BAŞÖRTÜSÜ KONUSUNDA KADINLAR ÜZERİNDEKİ KISITLAMA DEVAM EDİYOR

Asker, polis ve hâkim-savcı olarak çalışan kadınların başlarını örtmeleri, onların adil davranamayacağı anlamına gelir mi?

Başörtülü kadınların TBMM’de dahil olmak üzere, kamusal hayatın içinde yer alabilmeleri olumlu bir gelişme olmakla birlikte, subay, polis, hâkim ve savcılara yasağın sürmesi başörtülü kadınlar üzerinde kısıtlamanın devam ettiği anlamına gelir. Bu ülkede bir erkeğin bu işlere uygun olup olmadığına inancı dışındaki kriterler göz önüne alınarak karar veriliyorsa, bu durum kadınlar içinde aynı şekilde geçerli olmalı. Aksi durumda siyasetçiler kadınların niye bu mesleklerini yapamayacaklarına ilişkin gerekçelerini açık bir biçimde ortaya koymalıdır. İnsan haklarının temelini oluşturan adalet ve eşitlik ilkeleri açısından böyle bir ayrımcılığı kabul etmek mümkün değil. Böyle bir istisna, hâlâ yeterince normalleşemediğimizi gösteriyor. Dolayısıyla ciddiye alınabilir gerekçelerden ziyade, kimi çevrelerin muhtemel tepkileri söz konusu edilebilir. Nitekim başörtüsü yasağını kalkacağına dair açıklamasından birkaç gün sonra Başbakan Erdoğan da, bu kurumların kendi mensuplarına yönelik böyle bir yasağı kaldırabileceklerini, bunun önünde herhangi bir engel olmadığını açıkladı. Ama doğru olan, baştan itibaren böyle bir istisnaya yer verilmemesiydi.

Kamuda İslâmî görünürlülük arttıkça bazı seküler kesimlerde rahatsızlıklar da artıyor. Bunu nasıl yorumlamak gerekir?

Kamuda İslâmî görünürlükle kast edilenin daha çok başörtüsü olduğunu söyleyebiliriz. Başörtüsü nedeniyle kadınların yıllarca kamu görevlerinden yasaklanması, giyim ya da görünüşleri nedeniyle onlara ayrımcılık uygulanması, önemli bir insan hakkı ihlâliydi. Bu mağduriyetin bugün önüne geçilmiş olması, aslında yıllardır süren bir haksızlığın sona ermesidir ve normal olarak herkesin, her kesimin bunu memnuniyetle karşılaması beklenir. Nitekim genel olarak farklı siyasî kesimler hep birlikte olumlu tepkiler verdiler; rahatsız olanlar son derece azınlıkta kaldılar. Bence, esas bu resme bakmalı ve bu ortak tutumu, tüm hak ihlâllerinin son bulmasında sergilemeliyiz. Ancak bu doğrultuda ne kadar yol alırsak alalım, yine de kendisi gibi olmayanlara karşı olağanüstü tahammülsüzlük gösterenler çıkacaktır. Bunların da çoğulcu demokratik bir kültüre, topluma ve yaşama alışmaları için galiba biraz daha sabretmemiz gerekiyor. Çünkü uzun yıllar boyu toplum çeşitli kesimlere bölünmüş, kutuplara ayrılmış durumda. Deyim yerindeyse, herkesin çok sayıda “öteki” olarak gördüğü kesim var. Bu psikolojiden kurtulup, aramızdaki farklılıkları da koruyarak birlikte barış içinde, gerçekten kardeşçe yaşamayı mümkün kılacak bir perspektife ve halet-i ruhiyeye sahip olabilmek uzun zaman istiyor. Ama yavaş da olsa, bu doğrultuda yol alıyoruz diye düşünüyorum.

[Yeni Asya, 11 Kasım 2013]

Etiketler: