İtalya'da Sicilya Adası'nın başkenti Palermo'da düzenlenen Uluslararası Libya Konferansı, herhangi bir anlaşmaya varılmadan, sadece bazı "çıkarımlarla" sonuçlandı. Palermo konferansının birkaç ay önce Paris'te gerçekleştirilen zirveden farkı ise "tarihler" oldu.

Libya’da Siyasi Krize Türkiye’nin Çözüm Arayışları

Libya’nın geleceği dış aktörlerin müdahalesi ile değil, demokratikleşme iradesine sahip yerel grupların geniş kapsamlı müzakereleri sonucu varacakları toplumsal uzlaşıyla mümkün olacaktır. Bu açıdan değerlendirildiğinde Türkiye’nin pozisyonu Libya’da istikrarsızlığın son bulması ve demokratik bir yönetimin kurulması açısından hayati önem taşımaktadır.

Libya’da siyasi istikrarın sağlanması amacıyla İtalya’nın Palermo kentinde düzenlenen zirve, daha önceki benzer toplantılar gibi ciddi bir sonuç üretemeden son buldu. Bunda, toplantıya katılan bazı ülke ve grupların toplantının asıl amacı dışında süreci manipüle etme yönündeki girişimleri etkili olmuştur. Bu durum Türkiye’nin toplantıya yaklaşımını da ciddi anlamda etkilemiştir. Türkiye, zirvenin ikinci gününde toplantılardan çekildiğini duyurarak tepkisini göstermiştir. Türkiye heyetine başkanlık eden Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay yaptığı açıklamada bazı ülkelerin kendi dar çıkarları doğrultusunda süreci baltalamaya devam ettiklerini ifade ederek Libya’nın daha fazla değil daha az yabancı müdahaleye ihtiyacı olduğunu vurgulamıştır.

Palermo’daki zirvede yaşananlar Libya’da uzun yıllar devam eden siyasi krizin neden hala çözüme kavuşturulamadığının da bir göstergesidir. Kaddafi’nin devrildiği günden bu yana birçok yabancı aktörün ülke siyasetine müdahale etme girişimleri Libya’daki istikrarsızlığın en önemli sebebi olarak gösterilebilir. Bu nedenle Türkiye’nin ilk günden bu yana vurguladığı krizin çözümünün Libyalı aktörlere bırakılması önerisi halen geçerliliğini korumaktadır.

İstikrarsızlığın arka planı

Libya’da 2011 yılında başlayan devrim hareketi ülkede yıllarca siyasi baskıya maruz kalan, ekonomik sıkıntılarla mücadele eden ve özgürlük taleplerini yüksek sesle dile getiren toplumsal kesimler tarafından dönüşüm anlamında bir umut olarak görülmüştü. Devrim hareketine hiçbir şans tanımayan Kaddafi’nin devrimci aktörlerle mücadele etme tercihi, uzun yıllardır iktidarda olan bu liderin sonunu da hazırlamıştır. Kaddafi’nin öldürülmesini izleyen dönemde Libya, bir anlamda yeni bir kuruluş aşamasına girmiştir. O günden itibaren Libya’da devletin yeniden inşası, siyasi kurumların tesisi ve demokratik, çoğulcu ve sivil bir siyaset mekanizmasının işlevsel hale getirilmesi amacıyla yoğun bir çaba sarf edilmeye başlandı.

Libya’daki devrimcilerin bu anlamda var olan motivasyonları uluslararası toplumun bu konuda olumlu bir yaklaşımda olacağı varsayımıyla daha da belirgin hale geldi. Belirlenen yol haritasında yerel aktörler Libya’da demokratik bir yapının kurulması amacıyla enerji harcarken, bir taraftan da bu gelişmeleri sabote etmek isteyen aktörlerle de mücadele ettiler. Ancak bu durum 2014 yılında ciddi biçimde yara aldı.

Ülkenin Batı kesiminde güçlü bir tabana sahip olan General Halife Hafter liderliğinde gerçekleştirilmeye çalışılan askeri darbe Libya’daki siyasi dönüşüm sürecini önemli ölçüde baltaladı. Halife Hafter’in darbe girişimi sadece ülke içi aktörlerin müdahil olduğu bir durum olmaktan öte, bazı bölgesel ve küresel aktörlerin Libya’daki siyasi süreçlere müdahale isteğinin bir sonucuydu. Bu anlamda birkaç nedenden bahsetmek yerinde olacaktır.

Karşı-devrimci müdahale

Bunlardan ilki Körfez’deki karşı-devrimci aktörlerin Arap devrimlerinin önemli ayaklarından birisi olan Libya’daki dönüşüm sürecini kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirme girişimleridir. Bu anlamda özellikle Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin Libya’daki siyasi sürece müdahil olduğu görülmektedir. Bu iki ülke Libya’daki dönüşümün kendi dinamikleri ile gerçekleşmesini ve Riyad ve Abu Dabi’nin bölgesel politikalarıyla aynı öncelikleri taşımayan aktörlerin iktidara gelebileceğinden endişe etmişledir. Bu nedenle özellikle siyasi ve ideolojik anlamda farklı çizgiye sahip aktörleri Libya’daki Kaddafi sonrası siyasi denklemin dışında tutmak istemişlerdir. Kimi zaman doğrudan ülkedeki bazı aktörler üzerinden bunu yapmaya çalışan Riyad ve Abu Dabi, bazı durumlarda ise Batılı aktörlerle sürece müdahil olmaya çalışmışlardır.

Mısır’da 2013 yılında gerçekleşen askeri darbe bu anlamda önemli bir kırılma olmuştur. Suudi Arabistan ve BAE’nin desteğiyle Müslüman Kardeşler’in Mısır’daki iktidarına son verilirken, ülkede karşı-devrim süreci büyük ölçüde başarıya ulaşmıştır. Sisi’nin izleyen dönemdeki politikaları bu durumu teyit etmiştir. Sisi rejiminin bir başka özelliği ise Riyad ve Abu Dabi yönetimlerinin bölgesel politikalarının sadık bir müttefiki olmasıdır. Bu durumun en bariz gözlemlendiği noktalardan birisi ise Libya’dır.

Mısır’daki askeri rejim kısa süre içerisinde Libya’daki siyasi sürece müdahil olurken, Halife Hafter’in ülkedeki darbe girişimi için uygun bir bölgesel konjonktürün oluşmasını sağlamıştır. Nitekim Sisi rejiminin Libya’ya yönelik politikaları Suudi Arabistan ve BAE ile tam anlamıyla örtüşen bir çizgide gerçekleşmiştir. Hafter’in 2014’ün Şubat ayında yaptığı açıklamayla ülkede yönetimi ele almaya çalışmasının Libya’daki yerel aktörler tarafından dirençle karşılanması üzerine, karşı-devrimci bölgesel ittifak Hafter’e desteğini artırmış ve ülkedeki siyasi istikrarsızlığın derinleşmesine neden olmuştur.

Çıkar odaklı politikalar

Bu süreçte Batı ülkelerinin tavrı da Libya’daki bu olumsuz trendin sürmesine katkıda bulunmuştur. Fransa ve İtalya gibi daha önceki yıllarda Libya siyasetiyle yakın temasta olan ülkeler bu konumlarını Kaddafi-sonrası dönemde de korumak amacıyla çıkar odaklı bir politika izlemişler, yerel aktörler arasındaki ayrışmaların derinleşmesini göz ardı etmişlerdir. Birleşmiş Milletler, ABD ve Rusya gibi aktörler de krizin çözümü konusunda yapıcı bir pozisyon alamamışlardır.

Bu açıdan ele alındığında Türkiye’nin Libya krizinde başından beri savunduğu yerel aktörlerin tümünün uzlaşacağı bir çözüm önerisinin bir türlü hayata geçirilememesi Libya’da günümüzde yaşanan sorunun temel odak noktası olarak görülebilir. Bu durum ayrıca Ankara’nın 2011’den bugüne Libya’da farklı gruplar arasında etkileşimin gerçekleşmesi ve görüş ayrılıklarının azami biçimde sonlandırılması amacıyla yürüttüğü temasların kapsamlı ve kalıcı bir çıktı üretebilmesine mani olmuştur.

Bölgesel karşı-devrimci aktörlerin desteğiyle Libya’da 2014 yılında gerçekleştirilmeye çalışılan darbe girişimi sonrasında Türkiye ülkedeki durumun daha kötüye gitmesini engellemek amacıyla bir takım adımlar atmıştır. Bu çerçevede Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Libya için özel bir temsilci atarken, Ankara’nın yerel, bölgesel ve küresel aktörler nezdindeki girişimleri yoğunlaşmıştır.

Türkiye’nin çözüm önerisi

Ancak izleyen süreçte ülkede gerek BM girişimleriyle gerekse de tarafsız ülkelerin çabalarıyla oluşturulmaya çalışılan istikrar ortamı birçok kez bozulmaya çalışılmıştır. General Halife Hafter’in kontrolündeki silahlı unsurların özellikle 2016’nın Eylül ayında ülkenin petrol çıkarılan bölgelerini kontrol etme girişimiyle artışa geçen şiddet ortamı 2017 ve 2018’de de devam etmiş, ülkedeki siyasi istikrarsızlık da kronik hale gelmiştir.

Gelinen noktada bölgesel ve uluslararası aktörlerin Libya’da devam eden anlaşmazlıkta kapsayıcı bir çözüm bulma konusunda inandırıcılığı kalmamıştır. Özellikle ülkede demokratik bir dönüşüm isteyen ve Arap devrimlerinin başındaki özgürlük, insan hakları, ifade hürriyeti ve ekonomik kalkınma gibi hedeflere ulaşmaya çalışan Libyalı aktörler açısından ülke dışından empoze edilecek bir çözüm kabul edilmeyecektir. Bu açıdan değerlendirildiğinde Türkiye’nin pozisyonu Libya’da istikrarsızlığın son bulması ve demokratik bir yönetimin kurulması açısından hayati önem taşımaktadır. Libya’nın geleceği dış aktörlerin müdahalesi ile değil, demokratikleşme iradesine sahip yerel grupların geniş kapsamlı müzakereleri ile varacakları bir toplumsal uzlaşıyla mümkün olacaktır.

[Star, 17 Kasım 2018]

Etiketler: