Başkanlık Sistemini Nasıl Savunmalı?

Önümüzdeki süreçte “Nasıl bir toplum? Nasıl bir başkanlık? ve Başkanlık nasıl savunulmalı?” sorularının giderek daha iç içe geçeceğini beklemek gerekir.

Başkanlık sisteminin kamuoyuna nasıl anlatılması gerektiği konusunda geçtiğimiz hafta sert ancak değerli bir tartışmaya şahit olduk. Karşılıklı ad hominem eleştirilerin önemini perdelediği bu tartışmanın arkaplanında, esas olarak, birbirine rakip iki tarz-ı siyasetin çatışmasının yer aldığı söylenebilir. Tartışmanın potansiyel olarak böyle bir derinliğe sahip olması ise, başkanlığın nasıl anlatılması gerektiği sorusunun başkanlığın nasıl anlamlandırılacağı sorusundan bağımsız olarak ele alınamayacak olmasındandır. Gerçekten de, zamanla başkanlığı savunan cenahta başkanlığa dair iki rakip anlatı ortaya çıktı. Bir tarafta başkanlığın çoğulcu ve özgürlükçü bir toplum arayışı bağlamında ele alınması gerektiğini dile getiren “liberal-demokrat” anlatı, diğer tarafta ise başkanlık sistemini güçlü ve bağımsız bir Türkiye mücadelesi çerçevesinde değerlendirmenin gerekliliğine vurgu yapan “muhafazakar” anlatı. Belli noktalarda birbiriyle kesişse de başkanlık bu iki rakip anlatı tarafından ya demokratikleşme ve özgürleşim ya da istikrar ve güçlü bir ülke olmak adına önemli bulunarak savunuldu.

Bu iki rakip söylem arasındaki tartışma, Türkiye’de siyasetin artık iyiden iyiye AK Parti zemininde bireyselleşme, farklılık ve özgürlüğü esas alan liberal-demokratik siyaset ile kolektif olanı, özdeşliği, kalkınmayı ve gücü merkeze alan muhafazakar siyaset arasındaki bir mücadele ve gel-gitler tarafından belirleneceğinin sinyallerini vermiş oldu. Türkiye siyasetindeki bu yapısal kırılmanın etkileri göz önüne alındığında, önümüzdeki süreçte nasıl bir toplum, nasıl bir başkanlık ve başkanlık nasıl savunulmalı sorularının giderek daha da iç içe geçeceğini beklemek gerekir. Ayrıca, bu tartışma neticesinde AK Parti içerisinde, siyasilerin becerilerine de bağlı olarak, bir sentezin ortaya çıkması ya da bazı kopuşların gerçekleşmesi ihtimal dahilindedir.

BİLMEK Mİ, İNANMAK MI?

Bu sorulara tarafların ne tür cevaplar verdiklerini tartışmaya açmadan önce, tartışmamıza da zemin teşkil edecek bir hususun altını çizerek başlayalım. Görüldüğü kadarıyla başkanlık tartışmasında her iki taraf da “başkanlık sistemi yeterince anlatılamadı” eleştirisini paylaşıyor. Bu, her iki siyasetin de henüz kamuoyunu istediği ölçüde “yakalayamamış” olmasının açık bir itirafı olarak okunabilir. Ancak bunun, kamuoyunun başkanlık hakkında yeterince bilgilendirilmemiş olmasından ziyade, başkanlığın kamuoyu için önemli ve anlamlı hale getirilememiş olmasını ima ettiğini not etmek gerekir. Bu durum ise meselenin bir bilgi eksikliği sorunundan daha çok, bir anlam sorunu olduğunu işaret etmektedir.

Bu sorunun, bir fikrin toplum tarafından benimsenmesinin zaman aldığı gerçeğini bir kenara bırakırsak, esas itibariyle kamuoyunda başkanlık tartışmasının yeterli ölçüde dolaşımda olmamasından kaynaklandığını görürüz. Gerçekten de kamuoyunun bir fikri benimsemesi o fikir hakkında sahip olduğu bilgi birikiminden ziyade, ne ölçüde o fikre aşina olduğu tarafından belirlenmektedir. Örneğin, uzun yıllardır kamuoyunun bir numaralı gündem maddesi durumundaki demokrasi, toplumun her kesimi tarafından benimsenen bir fikir durumuna gelmiştir; ancak demokrasi hakkında bilgi odaklı kavramsal bir tartışma yapılacak olsa ya da pratikte insanların ne denli demokratik olup olmadıkları incelense, toplumun (ve hatta sosyal bilimcilerin) iyi bir sınav verip veremeyeceği büyük bir muammadır. Bu noktada şu rahatlıkla söylenebilir, demokrasinin teorik düzeyde de olsa toplum tarafından benimsenmiş olması, toplumun demokrasinin zamanla kendisi için önemli bir şey olduğuna inanmış olmasından kaynaklanmaktadır.

‘DIŞARISI’YLA ARASINDAKİ FARK

Peki insanların bir olgu veya fikri benimsemeleri ya da reddetmeleri bilgiye değil de anlama dayanıyorsa, bu anlam nasıl ortaya çıkmaktadır? Kısaca cevap verecek olursak, olgu ve fikirlerin içeriği evrensel ve genel-geçer verilerle pozitif bir şekilde belirlenmez. Bir olguya anlamını veren ve onu var eden o olgunun toplumsal alanda diğer olgularla, yani “dışarısı”yla arasındaki farktır. Bu, anlamın negatif bir şekilde kurulması demektedir. Örneğin, demokrasiye anlamını veren otoriterlik ile arasındaki fark ve ötekilik ilişkisidir: Demokrasi, otoriter olmayandır. “Demokrasi şudur” şeklinde pozitif veriler üzerinden bir demokrasi tanımı yapmaya kalkışsak, yine de her seferinde demokrasiyi kendisiyle eşdeğer ancak “dış”ta bir olgu olan otoriterlikle (veya bir başka olgu ile) farklılığı üzerinden tanımlamak zorunda kalırız. Bu fark sayesinde olgular insanlara anlaşılır ve anlamlı hale ge(tiri)lmektedir.

Yine, anlamın bu ucu açıklığı ve sınırlarının sabit olmama durumu siyasi mücadeleleri, belli olguların toplum için kilit rol oynayan olgular haline getirilmesi ve olguların belli içeriklerle donatılması ve anlamın sabitlenmesi noktasında düğümlemektedir. Örnek vermek gerekirse, toplum olarak hepimizin demokrasiye inanması bizi mutlak anlamda özgürleştirmediği gibi, özdeş bir bütün, demos da yapmamaktadır. Çünkü toplumda demokrasinin birbirine rakip anlam(landırma)ları mevcuttur – sosyal demokrasi, liberal demokrasi, muhafazakar demokrasi gibi. Dolayısıyla, bir olguya yönelik olarak rakip anlamlandırma girişimlerinin olması siyasetin rutin işleyişidir. Siyasi mücadelelerin sonucu da hangi olguların toplumsal alanda önem kazandığı ve hangi anlamın bu olgular için norm haline geldiği tarafından saptanmaktadır.

Sonuç olarak, siyasi-toplumsal alanda insanlar bilerek değil, inanarak hareket ederler. İnanmak, anlam arayışıyla topluma teslim olmak, kendini kolektif olanda tanımlamaktır. Çünkü insan kendinde ve tamamlanmış bir varoluştan ziyade, eksik ve süregiden bir varoluşa sahiptir. Boş bir evrensellik noktası olan insan, toplumsal alandaki tikel özne konumlarından (mesela sağ-sol gibi) birisiyle özdeşleşerek bir toplumsal varoluşa kavuşur. İnsanın toplumsal gerçeklik ve bütünle kurduğu bu ontolojik bağ, bir objektif kritere tabi değildir. İnsanlar kendilerine göre doğru olduğuna inandı(rıldı)kları şeylere inanırlar. Ve bir şeylere inanarak siyasi-toplumsal alanda varolurlar. İnanılan şey insanın kendisi için evrensel, diğer bir çok insan için ise tikeldir. Bu kapanması imkansız yarık, bireysel düzlemde trajik bir varoluşa kapı aralarken, siyasi-toplumsal alanda ise çeşitli hizipleşmelerin ortaya çıkışının ve rakip kolektiviteler arasında amansız mücadelelerin itici gücünü teşkil etmektedir.

İKİ NOKTADA DÜĞÜMLENİYOR

Başkanlık tartışması bağlamında liberal-demokrat ve muhafazakar siyaset arasındaki gerilim, o halde, iki noktada düğümlenmektedir. Bu noktalardan biri başkanlığın toplum için kilit bir rol oynayan mesele olup olmadığı konusu, diğeri ise başkanlığın nasıl anlamlandırılacağı meselesidir. Başkanlığın nasıl anlamlandırılacağı konusuna bağlı olarak da, nasıl bir başkanlık sistemi olmalı ve başkanlığın nasıl savunulması gerektiği noktalarında bir ayrışma ortaya çıkmaktadır.

Liberal demokratlar için düzenin kurulacağı boş evrensellik noktası, eksikliği sürekli vurgulanan demokrasidir. Dolayısıyla liberal-demokrat siyaset, demokrasi eksikliğinin sürekli vurgulanmasını ve siyasi adımların demokrasi eksikliğini ne denli giderdiği göz önüne alınarak değerlendirilmesini kapsar. Bu anlamda, bu cenahta başkanlığa karşı ikircikli ve ihtiyatlı bir tavır sergilenmektedir. Başkanlığın güçler ayrılığı ve hukukun üstünlüğü ilkesine yaslanan demokratik bir yönetim sistemi olduğu ve toplumun demokrasi mücadelesinde anlamlı bir yere sahip olduğu kabul edilmekle birlikte; iktidarı, parlamentodan uzaklaştırarak başkan etrafında düzenleyen bu sisteme kısmen de olsa şüpheyle yaklaşılmaktadır. Bu nedenle, başkanlığın toplum için kilit bir rol oynayan bir olgu olduğu konusunda liberal-demokrat çizgi çok da istekli durmamaktadır. Lakin şehirdeki oyunu belirlemek oyunun sürekli içerisinde olmayı gerektirdiğinden, gerçekçi bir bakışla, başkanlık tartışmasına müdahil oldukları görülmektedir.

KOLEKTİF İRADE

Liberal-demokratlar için demokrasi, iktidarın aşkın sabitelerinden kurtarılması (buna günümüzde halk ya da “milli irade” de dahil) ve böylece bireye ve toplumsal farklılıklara alan açılmasıdır. Muhafazakarlar için ise demokrasi, birbiriyle özdeş bireylerden müteşekkil kolektif bir irade, bir bütün, bir demos ortaya koyma amacı taşır. Belirtmek gerekir ki demokrasinin ikircikli doğasının bizzat kendisi, birbirine zıt bu iki demokrasi anlayışının ortaya çıkışına ve birlikte varolmasına yol açmıştır. Muhafazakarlar için başkanlık, o halde, kolektif iradenin tecelli ettiği ve temsil edildiği bir makamın tesis edilmesidir. Bu haliyle toplumsal birliği temsil eden başkanlık makamı, toplumsal bütünü parçalayan ve zayıflatan farklılıkların buluşma noktası konumundaki parlamentoya karşı, siyasi sistemde bir denge unsuru olarak demokrasi adına desteklenmektedir. Özetle, başkanlık, liberal-demokrat siyasetten farklı olarak, muhafazakar siyaset için oldukça kilit öneme sahip bir meseledir.

Bu ayrışma doğal olarak nasıl bir başkanlık olmalı sorusunda da kendini hissettirmektedir. Başkanlığı kabullenen liberal-demokratlar, güçler ayrılığı ve hukukun üstünlüğü gibi “iktidarın sınırlandırılması” perspektifi üzerinden bir başkanlık modeli geliştirilmesini dile getirmektedirler. Muhafazakarlar ise, başkanı parlamento ve bürokrasi karşısında güçlü bir konuma yerleştirerek hızlı karar alma ve “etkin bir yönetim” perspektifi üzerinden bir başkanlık modeli geliştirilmesi üzerinde durmaktadırlar.

Dolayısıyla, liberal-demokratlar Türkiye’nin cemaatlere bölünmüş toplumsal yapısının otonom bireylerin oluşturduğu bir topluma dönüşmesi, bu noktada da bireyselleşme, şehirleşme, sekülerleşme ve özgürleşim gibi olgular bağlamında başkanlığı anlamlandırmaktadırlar. Ve ancak bu siyasi hedef çerçevesinde halka arzedildiğinde başkanlığın toplumun genelinden destek göreceğini ileri sürmektedirler. Daha spesifik olarak, başkanlığın referanduma sunulması durumunda, başkanlığa desteğin AK Parti’nin oy oranının (yüzde 49.5) üzerine çıkması gerektiği vurgulanarak bunun gerekliliğine dikkat çekilmektedir.

Muhafazakarlar ise, başkanlığı Türkiye’nin AK Parti yönetiminde küresel kapitalist sisteme karşı verdiği yeni bir “istiklal mücadelesi” kapsamında değerlendirmektedirler. Başkanlığa geçişle birlikte hem küresel kapitalist güçlere (daha açık bir ifadeyle “faiz lobisi”) hem de yerli işbirlikçilerine karşı halkın iradesine yaslanan bir siyasetin ülkeye tam anlamıyla hakim olacağı dile getirilmektedir.

GRİFT BİR HAL ALDI

Sonuç itibariyle, klişenin cazibesine kapılıp şöyle bir saptamada bulunabiliriz, siyaset belli “toplumsal fantaziler” etrafında insanları toparlamak ve harekete geçirme sanatıdır. Söz konusu başkanlık tartışmasında, AK Parti bünyesinde ağırlığı olan iki toplumsal fantazinin mücadelesine şahit olmaktayız. Bu tartışmada hangi tarafın argümanlarının doğru olduğunu test edeceğimiz bir tanrısal bakış açısına sahip değiliz. Dolayısıyla, siyasi önceliklerimize bağlı olarak taraflardan birinde yer alabiliriz ya da orta yolu bulmaya çalışan üstenci argümanlar geliştirebiliriz. Meseleye dışarıdan bakan bir yorumcunun bu konforunun cephede yer alan ve “karar almak” durumunda olan siyasiler için geçerli olmadığını söylemeye gerek yok sanırım. Siyasiler için mesele, zorda kalmadıkça, bir tarafı tutmak değil; toplumsal ve düşünsel desteğini en geniş düzeyde tutmak adına farklı ve hatta birbirine karşıt tarafları bir araya getirebilmektir. Bu da birbiriyle alakasız veyahut da karşıt toplumsal talepler arasında ilmek ilmek bir bağ kurma ve bu talepleri anlamlı bir bütüne dönüştürme becerisi göstermeyi gerektirmektedir. Bu beceri AK Parti yönetimince günümüze değin gösterildi. Ancak farklı toplumsal talepler arasında sentezler yapmanın -buna Kürt meselesi de dahil olmuş oldu- peyderpey daha girift bir hal aldığı da bir gerçek.

[Star Açık Görüş, 24 Ocak 2016]

Etiketler: