Anayasacılık Tecrübesinin Türkiye’ye Öğrettikleri

Anayasayı bu denli sık tartışmamızda Türk siyasetindeki anayasayı ya da kanunları her sorunun 'mucize çözümü' olarak gören mevzuatçı yaklaşımın etkisi olsa da esas sebep bugüne kadar gerçek anlamda toplumsal katılıma dayanan bir anayasa yapılmamış olmasıdır. 

Bugünlerde yeniden kamuoyu gündemine gelen yeni anayasa meselesi esasen Türkiye için hiç de yeni değil. 19. yüzyılın ortalarından bugüne hemen her dönem yeni bir anayasa veya anayasa değişikliği ihtiyacı siyaset ve toplum hayatının önemli tartışma başlıklarından biri oldu. Anayasayı bu denli sık tartışmamızda Türk siyasetindeki anayasayı ya da kanunları her sorunun “mucize çözümü” olarak gören mevzuatçı yaklaşımın etkisi olsa da esas sebep bugüne kadar gerçek anlamda toplumsal katılıma dayanan bir anayasa yapılmamış olmasıdır. Peki gerçek bir anayasa nedir? Bunun cevabı şekli değil maddi anlamda bir anayasada bulunması gereken üç temel nitelikte saklıdır. Bunların ilki anayasanın alelade kanunlardan farklı olarak sosyal bir konsensüse dayanmasıdır. Diğer bir ifadeyle toplumun kahir ekseriyetinin kendisini bulabileceği, aidiyet bağı kurabileceği demokratik meşruiyeti olan kurucu bir metinden söz ediyoruz. Anayasaların sahip olması gereken diğer iki unsur ise siyasi iktidarı temel hak ve özgürlükler lehine sınırlamaları ile devletin temel organizasyonunu gerçekleştirmeleridir.

Bu bağlamda anayasaların yapım süreçlerinde; demokratik katılıma olanak tanıması, hazırlanan teklifin temsil kabiliyeti olan parlamento veya kurucu meclisler tarafından nitelikli çoğunlukla kabul edilmesi ya da referanduma sunularak doğrudan halk tarafından oylanması gibi usuller geliştirilmiştir. Bununla birlikte anayasaların demokratik hukuk devletini kurabilmesi için kuvvetler ayrılığı, denge ve denetleme mekanizmaları ile yargı bağımsızlığı gibi unsurları da ihtiva etmesi gerekir. Ne yazık ki Türkiye bugüne kadar bu kıstasları bütünüyle karşılayan bir anayasaya sahip olamadı. Anayasalar çoğunlukla daha en başından toplumsal meşruiyete sahip bulunmadığı için ölü doğdu ve şekli anayasa olmaktan öteye geçemedi. İlk anayasamız olan Kanun-i Esasi padişah iradesiyle hazırlandı ve ilan edildi. Dolayısıyla yapım sürecinin ne başında ne de sonunda sosyal bir inisiyatifin varlığından söz etmek mümkün değil. Son iki anayasamız 1961 ve 1982 Anayasaları ise demokratik katılım bir kenara tamamıyla gayri meşru askeri ara rejimlerin ürünüydü.

1921 ve 1924 Anayasalarını ise ülkenin içinde bulunduğu savaş koşulları ve olağanüstü dönem göz önüne alındığında demokratik katılım açısından eleştirmek çok da hakkaniyetli olmaz. Bilhassa 1921 Anayasası olarak bilinen Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu milli mücadele şartları içinde Büyük Millet Meclisi yönetiminin gereksinim duyduğu zorunlu düzenlemelerle kısıtlıydı. Buna karşın ulusal egemenlik ilkesine yaptığı vurgu ve 1. Meclis’in etkin uygulamasıyla temsili demokrasinin en güzel örneklerinden birini vermişti.

Diğer taraftan sınırlı devlet iktidarı, hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı, bağımsız/tarafsız yargı gibi ilkelerin hayata geçirilerek demokratik toplum düzeninin tesis edilmesi açısından bütün anayasalarımız sınıfta kaldı. Darbe ürünü 1961 ve 1982 Anayasaları zaten demokrasiyi baskılayan metinler olarak karşımıza çıkıyor. Her iki anayasa da kurucu iradelerindeki vesayetçi anlayış doğrultusunda seçilenlerin hükümet, askeri ve bürokratik elitlerin ise iktidar olduğu arkaik otoriter rejimler ihdas etti. Bunun etkilerini çok yakın zamana kadar hissetmeye devam ettik.

Bugün yeni ve sivil bir anayasayı yeniden tartışırken 145 yıllık anayasacılık müktesebatından çıkarılacak çok önemli dersler var. Anayasaların uygulandığı dönemlerde yaşadığımız bir kısım tecrübeler bugüne ışık tutacak nitelikte. Görülen o ki öncelikle yeni anayasanın toplumsal katılıma olanak tanıyan demokratik süreçlerin neticesinde oluşması gerekiyor. Aksi takdirde ne kadar demokratik bir metin ortaya koyarsanız koyun o anayasanın farklı halk kesimlerini birleştiren bir anayasa olarak varlığını sürdürmesi mümkün olamaz. İkinci bir husus hem demokratik hem de hesap verirlik araçlarıyla sınırlanmış bir siyasi iktidarın kurulması sağlanmalı. 1924 Anayasasının kuvvetler birliğine yol açan siyasi mimarisi veya 1961 ve 1982 Anayasalarının vesayetle kuşatılmış yürütme yapısı hükümet krizleri, siyasal istikrarsızlıklar ve tekerrür eden askeri müdahalelerle neticelendi. Bu sebeple yürütme organının etkinliği ve denge-denetleme mekanizmalarıyla kısıtlanması arasında makul bir denge kurulmalı. Bu bakımdan bir yatay hesap verirlik aracı olarak TBMM’nin parlamenter denetim vasıtaları ve daha da önemlisi iktidarı demokratik hukuk devletinin tesisi adına denetleyen yargısal makamlar öne çıkıyor.

Bağımsız yargı organının demokratik siyasi rejimlerin işleyişinde ve kamu düzeninin korunmasındaki kritik rolünü yakın tarihte deneyimleyerek öğrendik. İstiklal mahkemeleri, Yassıada Mahkemesi, askeri sıkıyönetim mahkemeleri ve devlet güvenlik mahkemesi yargının politizasyonunun ve olağanüstü mahkeme geleneğinin en travmatik örneklerini verdi. 1982 Anayasasında 1995, 2001, 2004, 2010 ve son olarak 2017’de yapılan beş kapsamlı değişiklik ve bunlarla birlikte son on sekiz yılda gerçekleştirilen demokratikleşme ve hukuk reformlarıyla yargıdaki anti demokratik ve hantal yapının tasfiyesinde önemli kazanımlar elde edildi. Bu trend yeni anayasa sürecinde -bugün var olan problemler de dikkate alınarak- sürdürülmeli. Zira yargının temel hak ve hürriyetlerin teminatı olması gerekirken siyasallaşarak hukuk dışı güçlerin aracı haline gelmesi devletle halk arasında açılan mesafenin başlıca sebebi oldu. Dolayısıyla herkesin sığınacağı son mercii olarak etkin ve bağımsız bir yargı erki yeni anayasanın temel hedefi olmalı.

[Sabah, 20 Şubat 2021]

Etiketler: