Amerika Irak’ta Ne Arıyor?

Amerika’nın Irak’ı işgalini farklı dinamikler üzerinden okumak mümkündür. İşgal öncesinde en sık duyduğumuz argümanlar “petrol”, “İsrail’in güvenliği” veya “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)” odaklıydı. Bu argümanların her birisinin Irak’ı işgalde belli bir rol oynadığı muhakkaktır. Lakin Irak’ın işgalini açıklamak için bize yeterli bir siyasal tafsilat alanı sağlamamaktadır. Irak’ın işgal edilmesini mümkün kılan en önemli olay 11 Eylül’dür.

Amerika’nın Irak’ı işgalini farklı dinamikler üzerinden okumak mümkündür. İşgal öncesinde en sık duyduğumuz argümanlar “petrol”, “İsrail’in güvenliği” veya “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)” odaklıydı. Bu argümanların her birisinin Irak’ı işgalde belli bir rol oynadığı muhakkaktır. Lakin Irak’ın işgalini açıklamak için bize yeterli bir siyasal tafsilat alanı sağlamamaktadır. Irak’ın işgal edilmesini mümkün kılan en önemli olay 11 Eylül’dür.

 11 Eylül saldırılarının Amerikan sosyal ve siyasal muhayyilesinde inşa ettiği yeri tam anlamıyla idrak edemezsek, Irak işgalini de sorunlu ve şabloncu liberal-sol tafsilata kurban ederiz. Bu hataya düşmemenin yolu 11 Eylül’ün Amerika’da tetiklediği sosyal ve siyasal dinamikleri anlamaktan geçmektedir.11 Eylül’ün Amerikan zihninde oluşturduğu kurguyu anlamak ise “Amerikan aklı”na dair ana damarları kavramakla mümkün olabilir. Elbette Amerikan zihnini vücuda getiren felsefi ve sosyolojik arka plan oldukça geniştir. Lakin bu sosyal muhayyileyi beş ana damar üzerinden okumaya çalışmak da mümkündür. Birincisi; coğrafi, tarihi ve iktisadi sebeplerin vücuda getirdiği müstesna duruş ve pozisyonunun inşa ettiği siyasal inanç düzlemi. İkincisi; müstesnalığa dair inancın dini düşünce ve siyasetle olan karmaşık sosyal ilişkisinin kurguladığı Amerikan politik teolojisi. Üçüncüsü; Amerikan siyasal ve sosyal muhayyilesinin bir sonucu olarak ortaya çıkan, Avrupa’daki macerasından farklı, siyasi bir damar olan Atlantik cumhuriyetçiliği. Dördüncüsü; Avrupa’nın tecrübe ettiği şekliyle feodalizmi yaşamamış olan Amerika’nın, siyasal arenada muhalefet boşluğunu doldurmak üzere, cumhuriyetçi düşünceden ortaya çıkardığı demokrat kanat ya da liberalizm. Son olarak, Avrupa’nın aristokrat felsefi düşünüşünden bağımsız bir halk felsefesi kurgulanmasının sonucu olarak ortaya çıkan Amerikan pragmatizmi. Amerikan siyasal düşüncesini vücuda getiren unsurlar, II. Dünya Savaşı sonrasından başlayıp 1970’lerin başlarına kadar zirveye tırmanan Amerikan hegemonik gücünün her safhasında ciddi rol oynamıştır. Yine aynı şekilde bu unsurların varlığı göz önüne alınmadan, bugünkü Amerikan siyasal sistemini, 11 Eylül’ün Amerika ve belki de dünya için anlamını doğru okumamız mümkün olmayacaktır. 11 Eylül’ün Amerikalı zihinde oluşturduğu en hızlı “idrak” ilk kez 1941’de Time dergisinde, Henry Luce tarafından kullanılan ‘Amerikan Yüzyılı’ teşbihi oldu. Bu yüzyıl onlarındı, hatta bir sonraki de. Ne de olsa Sovyetler de ortalıkta gözükmüyordu. O halde 9 yıl geriye gidip ‘Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’nin planlarına kabaca yeniden bakalım. Altında Elliott Abrams,  William J. Bennett , Jeb Bush, Dick Cheney, Eliot A. Cohen, Francis Fukuyama, Donald Kagan, Zalmay Khalilzad, Donald Rumsfeld, Paul Wolfowitz gibi isimlerin de imzası olduğu 3 Haziran 1997 tarihli açık mektupta  özetle şunlar ifade ediliyordu:         I.      Küresel sorumluluklarımızı yerine getirmek için askeri harcamalarımızı ciddi oranda artırmamız ve ordumuzu gelecek için modernize etmemiz gerekmektedir.      II.      Müttefiklerimizle olan bağlarımızı güçlendirmeli, çıkarlarımıza ve değerlerimize düşman rejimlere meydan okumalıyız.    III.      Dünya’da siyasal ve iktisadi liberalizmi desteklemeliyiz.   IV.      Kendi güvenliğimiz, zenginliğimiz ve ilkelerimizin çıkarına olan uluslararası düzenin yaygınlaşması ve korunmasında Amerikanın eşsiz konumu için mesuliyet almalıyız. 10 yıl önce bu ilk planı yazan, ardından detaylarını çok açık bir şekilde ortaya koyan (mesela Irak’ın işgal edilmesini 26 Ocak 1998’de Clinton’dan talep eden) ekip, bugüne kadar belki de kendi beklentilerinin ötesinde bir hızla projeyi yürürlüğe soktu. Irak işgalinin sadece petrol, jeoenerji ya da İsrail’in güvenliği argümanlarıyla açıklanamayacağının en tutarlı delili Amerikan Yüzyılı Projesi’dir. Bu proje işgalden 10 yıl önce tasarlanmış, Rusya’nın dünya sistemine katılmasıyla beraber hayata geçirilmek üzere muhtemel planları da yapılmıştı. İş bu projeyi realize edecek küresel siyasal ortamı beklemeye kalmıştı. 11 Eylül Amerikan Yüzyılı Projesi’ne beklediğinden hızlı ve mümbit bir küresel siyasal ortam sağladı. Amerikan neoconları hem Amerikalı zihnin beklentilerini “tatmin edecek bir intikam fırsatı” hem de “Amerikan yüzyılını inşa edecek” siyasal argümanları bir anda önlerinde buluverdiler. Irak bu denklemde yarım kalmış bir işgal mekânında “işi tamamlamaktan” öte bir anlam ifade etmemektedir. Elbette Amerika işgalle beraber ortaya çıkacak oldukça karmaşık bölgesel ve küresel neticeleri tahmin etmekteydi. Öyle ki 2007 itibariyle Irak kaynaklı bölgesel ve küresel sorunlar Amerika’nın çok da rahatsız olduğu neticeler de değildir. Ortaya çıkan neticede Amerika, Ortadoğu’da uzun yıllar boyunca sorunların ve ilişkilerin merkezindeki pozisyonunu garanti altına almaktadır.  Amerika’nın 2007 itibariyle Irak’taki durumu birçok uzman tarafından “batak” şeklinde okunmakta. Bizce bu oldukça aceleci bir okumadır. Öncelikle Amerika’nın Irak’ta “başarılı” olmasından ne anlıyoruz, ne bekliyoruz? Amerika Irak işgalini ne yapsaydı başarıyla tamamlamış olurdu? Amerika’yı başarısız bulan okumaların bu suallere çok net cevapları olduğunu zannetmiyorum. O halde, 2002 Amerikan işgalinden 5-6 yıl önce başlayan işgal planlarının hedefi nelerdi, 2007 itibariyle bu hedeflerin hangileri elde edildi? Amerika’nın Irak işgaliyle birlikte elde ettiği en önemli kazanım, Ortadoğu politikasına tek küresel güç olarak el koyması oldu. Artık İran, Suriye, Türkiye ve Suudi Arabistan zaten bağımlı veya sorunlu olan bölgesel politikalarını Amerikasız bir denklem içerisinde kurgulama ihtimalinden ciddi şekilde uzaklaştılar. Irak işgaliyle birlikte Kürt Sorunu bir Kürdistan sorunu, ezilen Iraklı Şiiler ise bölgesel Şii Kuşağı sorunu olma potansiyeline kavuştular. Eğer Amerika’nın Irak işgalinden dolayı uğradığı ekonomik ve askeri kayba takılıp, işgali liberal-sol söylemin illüzyonist perspektifinden okuyacak olursak Amerika Irak’ta kaybetmiştir. Doğrudur; yan maliyetleriyle beraber, 10 yıla yayılan bir süreçte, Irak işgali (Stiglitz’in çalışmasında ön gördüğü üzere) 2 trilyon dolara yakın  bir maliyete ulaşabilir. Doğrudur; Amerika Irak’taki direnişi bastıramamaktadır, her ay asker kaybetmeye devam etmektedir. Amerikan işgalini hayata geçiren neoconlar da Amerika’da tasfiye edilmektedir. Ve yine doğrudur ki, Amerika’nın dünya genelinde imajı fena halde bozulmuştur. Lakin Amerika açısından bütün bu maliyetler arızidir. Asıl olan Ortadoğu’da yapısal anlamda fay hatlarının kırılmış olmasıdır. Bundan beş yıl öncesinde bir Şii-Sünni veya Kürtler ve Bölge halkları geriliminden bahis bile edemezken, bugün bu çatışmaların on yıllarca sürebileceğini konuşuyoruz. Beş yıl önce Irak’tan bahsederken en dikkatsiz olanımız bile etnik okumasını Araplar veya Kürtlerden öte götüremezken, bugün Şii-Türkmen, Sünni-Türkmen, Şii-Arap, Sünni Arap, Sünni Üçgeni, Şii Hilali gibi ifsat edici bir dil kullanır olduk. Önce Amerika eliyle ne kadar ayrılıkçı kimliğimiz varsa su üstüne çıkarıldı, sonra da mezkûr kimlikler birbirini boğmaya başladılar. Amerika’nın Irak’ı işgal sürecinde “içerisine düştüğü hatalar” bir çok aydınımız tarafından o kadar dillendirildi ki, iş adeta Amerika’ya “başarılı bir işgal nasıl yapılır?” tavsiyelerine kadar gitti. Amerika’nın Irak işgali sırasında gösterdiği “beceriksizlikler”, “iş bilmemezlikler”, “sosyolojiyi yeterince analiz edememiş” olması şaşkın bir eda ile dile getirildi. Oysa Amerika’nın bu süreçten yara almakla beraber, yapısal neticelere odaklanması ısrarla gözden kaçırıldı. Mesela işgal ile birlikte Irak askeri ve sivil idaresinin aceleci bir şekilde dağıtılması, ekonomik yeniden yapılanmanın alt-yapıdan ziyade büyük projelere odaklanıp günlük ekonomik hayatın felç edilmesi dillere dolandı. Ardından Şii siyasetinin Ahmet Çelebi, Fuad Acemi veya Zalmay Halilzad gibi isimlerce berbat edildiği dillendirildi. Bütün bu analizler Irak işgal sürecinin belli parçaları bağlamında anlamlı iken resmin bütünü görmek açısından sorunludur. Irak işgal sürecini neticelerinden ayıramayan her okuma bölgemizin geleceği açısından sıkıntılıdır. Önemli olan işgalin bölgemizde oluşturduğu yeni pozisyonları ve sorunları idrak etmemizdir. Irak işgaliyle birlikte bölgemizde siyasetin dili, alanı ve güçler dengesinde yapısal kırılmalar yaşandı. Etnik-mezhepçi dil bölgesel siyasetin ana dili olmaya başladı. Ulus-devlet sınırlarını aşan etnik ve mezhebi demografi, siyasi haritalarda çatışma tohumlarını bu dönemde atmaya başladı. Etnik-sekteryan dilin gelişmesinin tabii neticesinde kimlik siyaseti coğrafi sınırları hızla aşarak, tartışmaları ve gerilimleri bütün bölgeye taşıdı. Amerika’nın işgalden çıkardığı dersler ve yeni stratejiler bağlamında “hegemonik güç inşasından, yeni güç paylaşımları” konsepti bölgesel jeostratejinin ana damarı haline geldi. Yukarıda sıraladığımız üç sonuçtan Ortadoğu siyasetinde yapısal kırılmaların daha da derinleşeceğini çıkarmak mümkündür. Yapısal kırılmaları doğru okuyabilmenin yolu Amerika’nın Irak’ta “kazan-kazan” pozisyonunda olduğunu görmekten geçiyor. Başka bir deyişle Amerika’nın Irak işgalinde belli maliyetler ödemesiyle, işgalin uzun vadede Amerika’ya açtığı stratejik alanları birbirinden ayırt etmemiz gerekmektedir. Gelinen son noktayı şu sualle de anlamaya çalışmak mümkün: 2007 itibariyle Amerika’nın Irak’ta varlığı ile yokluğu neleri değiştirir? Mesela Demokratların arzuladığı çekilme takvimi uygulansa, 2008 itibariyle ne kadar farklı bir Irak bizi beklemektedir? Maalesef bu suallerin cevabı olumsuzdur. Elbette Amerika’nın Irak’tan çekilmesi belli değişimleri ve neticeleri beraberinde getirecektir. Lakin ortaya çıkacak tablonun daha az sorunlu bir bölgesel tablo ve iç barışı yakalamış bir Irak olmayacağı ortadadır. Dolayısıyla Amerika’nın Irak işgalini bitirmesi Amerika’dan ziyade bölgesel güçlerin Ortadoğu’da barışı tesis edecek ortak çıkarları etrafında emperyalizme karşı bir ittifak kurmasından geçmektedir. Ne yazık ki, Irak’ın işgaliyle birlikte ortaya çıkan bölgesel çıkar tablosu ortak bir barışa hizmet etmekten ziyade çatışmaları besleyen Amerikan planlarına hizmet etmektedir. İran’ın ve Suudi Arabistan’ın mezhepçi politikaları, Suriye ve Türkiye’nin Irak işgaline etnik perspektifi aşamayan yaklaşımları yapısal kırılmaları derinleştirmektedir. Özellikle İran’ın, Afganistan ve Irak işgalleriyle oldukça kolay ve ucuz bir şekilde Taliban ve Saddam’dan kurtularak  Şii-siyasetini güçlendirmesi; Suudi Arabistan’ın Sünni-Araplar üzerinden Irak siyasetine müdahil olmaya çalışması ve Türkiye’nin Kuzey Irak’ı psikolojik bir eşik haline getirmiş olması sorunu daha da fazla derinleştirmektedir. Geçtiğimiz ay yapılan ve mesafe alınamayan “Irak’a Komşu Ülkeler Konferansı” mezkûr sorunların delili oldu. Irak’ın komşusu ülkeler sınırlarının hemen ötesinde devam eden işgal ve iç savaşa dair değil ortak bir perspektif geliştirmek, ortak sorun tarifleri bile yapmaktan uzak durumdalar. Böylesine bir acziyet tablosu içerisinde Amerika’nın Irak’ta batağa saplandığını iddia etmek kolaycılık olacaktır. Amerika ister Irak işgalini kendisi için bir askeri yenilgiye dönüştürsün, isterse de askeri bir zaferle Irak işgalini arzuladığı bir istikamete soksun, bölge halkları için ekilen kin ve nefret tohumları ortadan kalkmayacaktır. Türkiye, İran, Suudi Arabistan ve Suriye’nin üzerinde durması gereken nokta, Amerika’nın varlığı veya yokluğu dışında bölgesel barışı ve huzuru sağlayacak adımları atmak olmalıdır. İran Şii, Türkiye Batıcı ulus-devlet ve Suudi Arabistan Amerikancı at gözlüklerini çıkarmadan ümitli olmamız için fazlaca bir sebep de bulunmamaktadır.

Mostar – Haziran 2007  

Etiketler: