AB Zirvesi ve Türkiye

AB'nin önündeki sorun Türkiye veya Doğu Akdeniz olmaktan ziyade nasıl bir Birliğe doğru evrileceğine karar verememesi. AB'nin burada üç alternatifi var. İlki 1993'te Maastricht Antlaşması'nın imzalandığı dönemdeki Birlik ruhuna geri dönerek üye ülkeler ve bölge için refah ve istikrarı önceleyen adımlar atması. İkincisi agresif bir karaktere sahip olan ve AB gündemini domine etmeye çalışan aktörlere teslim olması. Üçüncüsü ise ara çözümler bularak sorunlarıyla yüzleşmek yerine mümkün mertebede ötelemesi.

24-25 Eylül’de yapılması planlanan AB Devlet ve Hükümet Başkanları zirvesi bir haftalık ertelemenin ardından 1-2 Ekim’de gerçekleştirildi. Doğu Akdeniz’de yaşanan gerginlik nedeniyle zirvenin ana gündemlerinden birisi Türkiye oldu. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ve Yunanistan, Fransa’nın öncülüğünde sorunu AB ile Türkiye arasındaki bir soruna dönüştürmeye çalışırken; Almanya, İtalya, İspanya, Malta, Bulgaristan ve Polonya gibi ülkeler meseleye daha dengeli bir şekilde yaklaşma taraftarıydılar.

Fransa’nın zirveden önce 10 Eylül’de Akdeniz’e kıyısı bulunan altı AB ülkesiyle Korsika’da yaptığı toplantı aslında Türkiye karşıtı cepheyi genişletmek amacıyla yapılan ve AB zirvesinde Türkiye’ye yaptırım kararı aldırmaya yönelik bir hazırlıktı. Ancak o toplantıda Macron amacına ulaşamayacağını anlamış ve bu durum toplantı sonrasındaki söylemine de yansımıştı.

Türkiye’nin meselenin görüşülmesi için ön koşulsuz müzakerelere açık olduğunu bildirmesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dönem başkanı sıfatıyla Almanya’nın yanı sıra çok sayıda AB üyesi devlet başkanı ile yaptığı görüşme ve yürüttüğü diplomasi Türkiye karşıtı blokun elini zayıflatmıştı.

Dolayısıyla zirveden önce Türkiye’ye yönelik sert kararlar alınmayacağının emareleri ortaya çıkmıştı. Ancak yine de bir sürpriz yaşanması ihtimal dahilindeydi. Zira GKRY, oy birliğiyle alınması gereken kararları, Türkiye’ye yaptırım kararı alınmazsa bloke edeceğini ifade etmekteydi. Deyim yerindeyse GKRY, AB gündemini ve 26 üyenin iradesini rehin almaya çalışmaktaydı.

Bu noktada zirvede görüşmeler sürerken NATO’nun Türkiye ile Yunanistan arasındaki ayrıştırma usullerine yönelik mekanizmanın kurulduğunu açıklaması, Türkiye karşıtı blokun elini daha da zayıflatmış ve dengeli bir yaklaşımı savunanları rahatlatan bir gelişme olmuştur.

Nihayetinde zirve sonrası basın açıklamasına bakıldığında Türkiye’ye yönelik herhangi bir “yaptırım” kelimesi geçmemiştir. Bununla beraber AB’nin Yunanistan ve GKRY ile dayanışmasına vurgu yapılmış, Türkiye’nin “tek taraflı” adımlar atması halinde AB’nin “bütün araçları ve alternatifleri” kullanacağı açıklanmış ve konunun Aralık’taki toplantıda yeniden ele alınacağını ifade edilmiştir.

Dolayısıyla AB zirvesi kararlarıyla bir nevi Türkiye’yi gücendirmeden Yunanistan’la GKRY’yi tatmin edecek bir orta yol bulunmuş ve konu ötelenmiş oldu. Ancak bu durumun sürdürülebilir olmadığı görülmekte. Zira Aralık’ta veya ilerleyen dönemlerde Doğu Akdeniz’deki gerilimin artması durumunda AB’nin nasıl bir adım atacağı belirsizliğini korumakta.

Aslında AB’nin önündeki sorun Türkiye veya Doğu Akdeniz olmaktan ziyade nasıl bir Birliğe doğru evrileceğine karar verememesi. AB’nin burada üç alternatifi var. İlki 1993’te Maastricht Antlaşması’nın imzalandığı dönemdeki Birlik ruhuna geri dönerek üye ülkeler ve bölge için refah ve istikrarı önceleyen adımlar atması. İkincisi agresif bir karaktere sahip olan ve AB gündemini domine etmeye çalışan aktörlere teslim olması. Üçüncüsü ise ara çözümler bularak sorunlarıyla yüzleşmek yerine mümkün mertebede ötelemesi.

Açıkçası AB içinde ilk alternatifi sağlayacak “lider” karakterler giderek azalmakta. İkinci alternatife doğru evrilmesi halindeyse AB içindeki çatlakların artması ve yeni ayrılıkların olması neredeyse kaçınılmaz. Üçüncü alternatif ise kısa vadede krizleri önleyebilse de sürdürülebilir değil ve yeni krizlerin çıkmasını engelleyemez.

Meseleyi Türkiye boyutuna indirgediğimizde ise Türkiye’nin durumu aslında AB’ye göre daha net. Üyelik sürecinin sabote edilmeden ve hakkaniyet çerçevesinde devam ettirilmesi ana amaç olmaya devam ediyor. Ancak Türkiye-AB ilişkilerinin bazı muhteris ülkelerin çıkarlarına rehin bırakılması halinde Ankara’nın tavrının aşamalı olarak değişmesi kaçınılmaz.

Zira AB’nin Türkiye üzerinde üyelik süreci aracılığıyla yapacağı baskının etkisi 1990’lara göre oldukça azaldı. Türkiye’nin dış politika vizyonunun ve ölçeğinin genişlemesi ve bu trendin devam etmesi, AB veya bazı muhteris AB üyelerinden gelen baskıları dengeleyebilme imkanlarını arttırdı.

Kaldı ki günümüzde Türkiye-AB ilişkilerinde mevzubahis edilmeye çalışılan konu Türkiye’nin egemenlik hakları ve deniz yetki alanları. Türkiye bu konuda taviz vermeyeceğini, haklarına halel gelmesi halinde sadece siyasi açıdan değil, gerekirse askeri açıdan da karşı koyacağı mesajını net bir şekilde ve defalarca hem diplomatik alanda hem de sahada verdi. Dolayısıyla AB üyelik süreciyle veya yaptırımlarla Türkiye’yi baskılama çabası sonuç vermeyecek ve Ankara’nın kararlılığını etkilemeyecektir.

Ayrıca ilişkilerin gerilmesinden veya kopmasından tek zararlı çıkacak olan taraf Türkiye değil. AB’nin de bu durumdan çok boyutlu olarak etkilenmesi kaçınılmaz. Aslında AB zirvesi kararlarının bir anlamda bu durumun halen farkında olan ve karşılıklı olarak kaybetmeyi arzu etmeyen bazı “sağduyulu” devletlerin etkisiyle bu şekilde alındığı söylenebilir.

[Sabah, 3 Ekim 2020]

Etiketler: