AB-Türkiye İlişkilerinde Jeopolitik Kaygılara Dönüş

Türkiye ile AB arasındaki ilişki elli yılı bulan tarihi boyunca inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir. Bu süreçte ikili ilişkileri etkileyen birçok faktör olmasına rağmen bazı konuların temel parametre olarak ön plana çıktığı görülmüştür. Özellikle Soğuk Savaş döneminde NATO üyesi Türkiye'nin Batı dünyasının güvenliğine sağladığı katkı AB ile ilişkileri belirleyen temel faktör olmuştur.

Türkiye ile AB arasındaki ilişki elli yılı bulan tarihi boyunca inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir. Bu süreçte ikili ilişkileri etkileyen birçok faktör olmasına rağmen bazı konuların temel parametre olarak ön plana çıktığı görülmüştür. Özellikle Soğuk Savaş döneminde NATO üyesi Türkiye’nin Batı dünyasının güvenliğine sağladığı katkı AB ile ilişkileri belirleyen temel faktör olmuştur.

Soğuk Savaş sona erdikten sonra Batı’ya yönelik esas tehdit olan Sovyetler Birliği ortadan kalktığı için bir süre NATO’nun geleceği de tartışılmıştır. Bu çerçevede Türkiye’nin de artık Batı için vazgeçilmez bir müttefik olmadığı argümanı bir dönem bazı çevrelerce dillendirilmiştir. 11 Eylül sonrası dönemde ise terörle savaş doktrini çerçevesinde Afganistan ve Irak gibi ülkeleri işgal eden Bush yönetimindeki ABD için Türkiye tekrardan önem kazanmaya başlamıştır.

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden Suriye krizine kadar olan dönemde Brüksel’in Ankara ile olan ilişkilerini belirleyen temel parametre Türkiye’nin jeopolitik öneminden ziyade AB’nin kültürel ve ekonomik nüfuz alanını genişletme stratejisidir. Bu strateji aynı dönemde Türkiye’nin demokratikleşme ve ekonomik kalkınma çabaları açısından AB’yi bir çıpa olarak görmesi ile aynı döneme denk gelmiştir. Bundan dolayı 1999-2013 arası dönem Türkiye-AB ilişkilerinin altın çağı olarak bazı çevrelerde idealize edilmektedir.

2010’da Tunus’ta başlayan ve dalga dalga tüm Ortadoğu’ya yayılan Arap Baharı sürecinde yaşanan devrimler, karşı devrimler ve iç savaşlar ise öncelikli olarak Ortadoğu’yu sonrasında ise Avrupa’yı doğrudan etkilemiştir.

Özellikle de 2011 yılında Suriye iç savaşının başlamasından sonra Avrupa Kıtası yakın tarihinde şahit olmadığı bir terör ve mülteci dalgası ile karşılaşmıştır. Bu yaşananlar sonucunda Avrupa’da yabancı düşmanlığı artmış, aşırı sağ partilerin söylemleri gündemi belirlemeye başlamıştır. Avusturya, Finlandiya ve Bulgaristan gibi ülkelerde aşırı sağ partiler ülkeyi yöneten koalisyon hükümetlerinin bir parçası olmuşlardır.

Diğer taraftan ise 11 Eylül sonrası terörle mücadele paradigmasını kullanan Rusya, Çeçenistan gibi bağımsızlık isteyen ülkeleri askeri güç kullanarak kontrol altına almış sonrasında ise Gürcistan ve Ukrayna üzerinden AB ve NATO’nun genişleme planlarını durdurmuştur. 2014 yılında ise Rusya, Kırım’ı önce işgal sonrasında ilhak ederek Batı’ya açıktan meydan okumaya başlamıştır. Rusya bunun ötesinde Baltık ülkelerinden tutun Almanya ve Bulgaristan’a kadar geniş bir coğrafyayı istikrarsızlaştırmak için dezenformasyon ve ajitasyon faaliyetleri yürütmekte, aşırı sol ve aşırı sağ grupları desteklemektedir. Son dönemde İngiltere üzerinden Rusya ile Batı arasında çıkan kriz işte bu çerçevede bir anlam kazanmaktadır.

Bütün bu resme bakıldığında 2011 sonrasında ama özellikle de Kırım’ın ilhakı, mülteci krizi ve terör saldırılarının zirve yaptığı 2014-2018 arasında Avrupa’nın tehdit algısında önemli değişiklikler olduğu ve jeopolitik kaygıların daha fazla ön plana çıkmaya başladığını görmekteyiz.

Bu dönemde mülteci dalgası, DEAŞ, PKK ve FETÖ’nün terör saldırıları, bu saldırılara AB ve ABD’nin kayıtsız kalması, Rusya’nın Ortadoğu ve Karadeniz’de artan etkisi sonucu Türkiye’nin de güvenlik paradigması benzer bir değişim sürecinden geçmiştir. Neticede somut tehditlerle karşı karşıya olan Türkiye’de “real politik” kaygılar gittikçe ön plana çıkmaya başlamış ve dış politikada “soft power” vurgusu yerini “hard power”a bırakmıştır.

AB-Türkiye arasında 2013 sonrasında ortaya çıkan ve referandum sürecinde zirve yapan krizin temelinde Brüksel’in bütün aktörleri etkileyen bu süreci göz ardı ederek Ankara ile ilişkilerinde eski paradigmayı sürdürmek konusundaki ısrarından kaynaklanmaktaydı.

Yani Brüksel sanki Ankara PKK, DEAŞ ve FETÖ’den kaynaklanan bir beka sorunuyla karşı karşıya değilmiş, AB’de yaşanan siyasi dönüşüm sonrası Türkiye’nin üyeliğine karşı olan aşırı sağcı güçler dominant hale gelmemiş, AB jeopolitik dengelerde yaşanan dönüşüm sonrası mülteciler ve güvenlik konularında Türkiye ile iş birliğine en az Soğuk Savaş dönemindeki kadar muhtaç değilmiş gibi davranmakta ve Ankara’yı nüfuzu altında tutacağı pasif bir güce dönüştürmekte ısrar ettiği için ikili ilişkiler son dönemde ciddi bir çıkmaza girmiştir.

Bütün bu olumsuz tabloya rağmen son dönemde AB’den ve kimi AB üyesi ülkelerden gelen mesajlar AB’nin Türkiye konusundaki bu irrasyonel tutumundan yavaş yavaş vazgeçmeye başladığının işaretlerini veriyor. Bu noktada Türkiye’nin Rusya ile Suriye’de geliştirmiş olduğu iş birliği, Afrin operasyonunun başarısı, S400 hava savunma sisteminin alınma kararının verilmiş olması Avrupalı müttefiklerimizi uzun dönemdir Türkiye ile ilgili gördükleri ve her defasında tersi çıkan rüyalarından uyandırmışa benziyor.

Bu çerçevede Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin yahut Türkiye karşıtı tüm lobilerin çabalarına rağmen Varna zirvesinin yapılmış olması AB’de ve Avrupa ülkelerinin Türkiye’ye bakışlarında jeopolitik kaygıların tekrardan ön plana çıkmaya başladığı bir döneme girmeye başladığımızın işaretlerini barındırmaktadır. Zirve sonu yapılan açıklamalarda Türkiye ile anlaşılamayan Afrin ve 15 Temmuz sonrası alınan tedbirler konularının sahada bir karşılığı olmayan basit ifadelerle geçiştirilmiş olması da bu durumu işaret etmektedir.

Neticede Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi iki taraf açısından ilişkilerin bundan sonra esas belirleyeni jeopolitik kaygılar ve güvenlik konuları olacaktır. Bu çerçevede AB, Türkiye’nin iç meselelerinde Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi arada sırada cılız açıklamalar yapmakla yetinecektir.

[Sabah, 31 Mart 2018]

Etiketler: