5 Soru: IV. İslam Konferansı ve Alman İslamı

Alman İslam Konferansı nedir? IV. İslam Konferansı’nda yeni olan nedir? Konferansın hedefleri nelerdir? İslam Konferansı’na kimler katıldı ? Katılımcılar hangi kriterlere göre seçildi? Alman devletinin İslam Konferansı’ndaki rolü nedir? İslam konferansının başarılı olma şansı nedir?

  • Alman İslam Konferansı nedir?

İslam konferansı ilk kez 2006’da dönemin İçişleri Bakanı Wolfgang Schäuble tarafından hayata geçirilmiştir. Kuruluş bildirgesine göre konferans kendisini Almanya’da yaşayan Müslümanlar ve Alman devleti arasında kurumsal bir diyalog platformu olarak tanımlamaktadır. Bunun yanı sıra kuruluş amacı olarak “Müslümanların dini ve toplumsal siyasi entegrasyonunun sağlanması ve Almanya’da yaşayan insanların daha iyi bir şekilde bir arada yaşaması gösterilmiştir. Seküler ve İslam karşıtı bazı bireysel katılımcıların azınlıkta olduğu ilk İslam Konferansı’na DITIB, İslam Konseyi (Islamrat) ve Müslümanlar Merkez Konseyi (ZMD) gibi köklü kuruluşlar davet edilmiştir. I. İslam Konferansı’nda ortak değerler, güvenlik meselesi ve din dersinin organizasyonu gibi konular tartışılmıştır. Bu tartışmaların bir sonucu olarak 2008 yılında İslam dersinin müfredata alınmasından bir yıl önce Alevilik din dersi olarak okullara girmiştir.

İslam Konferansı Thomas de Maizière ve Hans-Peter Friedrich döneminde tartışmalı bir sürece girmiştir. Müslüman derneklerin İslam düşmanlığıyla mücadelenin gündeme alınması teklifinin Bakanlık tarafından reddedilmesi, radikalleşmeyle mücadele ve güvenlik konularının gündemde tutulmak istenmesi ve İslam Konseyi’nin konferanstan çıkarılma girişimleri sonucu üyeler organizasyondan ayrılmayı tartışmaya başlamışlardır.

III. İslam Konferansı’nda ise ağırlıklı olarak Müslümanların manevi rehberliği ve sosyal refahı gibi konular ele alınmıştır.

Devletin diğer inanç gruplarıyla ilişkileri düşünüldüğünde İslam konferanslarının Alman devletinin Müslümanlara yönelik ayrımcı tutumunun bir yansıması olduğu söylenebilir. Zira seküler bir yapı arz eden Alman devleti başka hiçbir inanç grubundan talep etmediği şeyleri Müslümanlardan talep etmekte ve İslam Konferansı aracılığıyla hem Müslümanları hem de bizzat İslam’ı kontrol altına alma, baskılama ve dönüştürmeyi amaçlamaktadır. Almanya’da bulunan diğer cemaatler ve inanç gruplarıyla bu türden bir pazarlık yapılmadığı, Katolik Ortodoks ve Yahudi alimlerin eğitim programları ve din ders içeriklerinin kiliseler, Vatikan’ın ve ilgili kurumların gözetiminde olduğu bilinmektedir. Bu da seküler karaktere sahip Alman devletinin inanç grupları arasında ayrım yaptığının en açık işaretlerinden biridir. Bu konferans gibi bağlayıcı ve kurumsal mekanizmalar eliyle Müslümanlardan içeriğinin ne olduğu tam olarak bilinmeyen Alman değerlerine uyum göstermeleri talep edilmektedir.

Din adamlarının yetiştirilmesi, ibadet yerlerinin temini ve güvenliği, çocuklara din eğitimi verilmesi gibi konularda devlet ve dini cemaatler arasında bir iş birliğine gidilmesi elzemdir. Ancak İslam konferansları ilk toplanıldığı tarihten bu yana bu teknik meselelerin ötesinde Müslümanların Alman ve Avrupa değerleriyle uyumunu vurgulamış ve bu noktaya odaklanmıştır. Nitekim Seehofer, konferans öncesi FAZ gazetesinde kaleme aldığı yazıda Alman hayat tarzını ve değerlerini paylaşan bir İslam geliştirilmesi gerektiğini söyleyerek, Alman değerleri ve Müslümanların değerleri arasında bir karşıtlık yaratmış ve Müslümanları ötekileştirmiştir. Bu tutum, Seehofer’nın “İslam Almanya’ya ait değildir” cümlesiyle uyum içindedir. Zira bu anlayışa göre, İslam bu haliyle Almanya’ya ait değildir ve dönüştürülmelidir. Müslümanlar zımnen radikal ve tehlikeli bir grup olarak sorunsallaştırılmakta ve adeta bu mekanizmalar eliyle “medenileştirilmeye” çalışılmaktadır. Nitekim Müslümanların entegre edilmesi sürekli olarak kritik düşünme aydınlanma, özgürlük ve bağımsızlık bağlamlarında ele alınması Müslümanları eğitilmesi ve medenileştirilmesi gereken gruplar olarak gören üstenci ve sömürgeci bir bakış açısının yansımasıdır. Konferansların gündemleri devlet tarafından belirlenirken İslamofobi’yle mücadele gibi Müslümanlar için öncelikli konular hiç dikkate alınmamış devletin kendi çıkarları gereği odaklandığı radikalleşmeyle ve terörle mücadele gibi konulara odaklanılmıştır.

Alman tarafının İslam’a ve Müslümanlara yönelik bu algısı İslam konferanslarında taraflar arasında eşit göz hizasında ilişki geliştirilmesini engellemektedir. Bunun en önemli göstergesi Alman devletinin İslam konferansında eğilimleri, değerleri ve tartışılacak konularda yönlendirici ana güç olmasıdır. Türkiye’nin imam ihtiyacı içinde bulunan Türk kökenli göçmenlere imam desteği vermesinden rahatsız olan Almanya, bunu radikal İslam’la savaşıldığı argümanıyla savunmaktadır. Hedef ise İslam inancına seküler yeni bir şekil vermektir. Zira Alman tarafı radikal İslam’la mücadelede sekülerleşmeyi bir çözüm olarak görmektedir. Sonuç olarak İslam konferansının Alman devletinin “milli İslam” oluşturma hedefine ulaşmak için kullandığı bir araç olduğunu söylemek mümkündür.

  • İslam Konferansı’nda yeni olan nedir? Konferansın hedefleri nelerdir?

İslam Konferansı 28-29 Kasım tarihlerinde “İslam Almanya’ya ait değildir” ifadesi ile tartışmalara yol açan İçişleri Bakanı Horst Seehofer başkanlığında toplanmıştır. 19 Mart’ta konferansa hazırlık babında 40 katılımcının katkısıyla düzenlenen çalıştayda bu konferansın formatının, katılımcı profilinin ve konularının nasıl şekilleneceği ortaya çıkmıştır. 14 Temmuz’da İçişleri Bakanlık Müsteşarı Markus Körber İslam Konferansı’nın yapısal bir dizi değişikliğe gittiğini belirterek oluşumun yeni görevini şöyle açıklamıştır: “Almanya’da yaşayan Müslümanlar Almanya’ya ait bir Alman İslamı’nı anayasa temelinde yenide tanımlamalıdır.” Daha önce SPD’li İçişleri Bakanı Otto Schily’nin 2002 yılında Müslümanların en iyi entegre etme yolunun asimilasyon olduğunu söyleyerek Müslümanlardan kendilerini bir Avrupa İslamı’na hazırlamaları gerektiğini belirtse de Alman devletinin Alman İslam projesi ilk kez bu açıklıkta ifade edilmiştir.

Yeni formatıyla IV. İslam Konferansı’na DITIB, Müslümanlar Merkez Konseyi ve İslam Konseyi gibi köklü kuruluşların yanı sıra yeni kurulmuş küçük dernekler ve organize olmamış İslam karşıtı seküler gruplar ve bireyler de davet edilmiştir. Bunun yanı sıra konferansta ağırlıklı olarak Almanya’da bulunan camilerin finansmanı üzerinde durulmuştur. Buna göre kilise vergisi gibi Müslümanlardan da cami vergisi alınması ya da Bakanlık tarafından mevcut cemaat ve camilere finansal destek sağlanması muhtemel çözümler olarak ortaya atılmıştır. Bu çerçevede imamların Almanya’da eğitilmesi ve yurt dışından imam getirilmesinin önüne geçilmesi için ilerleyen zamanlarda farklı çalıştay, toplantı ve projeler yapılması kararlaştırılmıştır.

Burada özellikle göçmen Türklerin köken ülke olarak Türkiye ile bağlarının koparılması hedeflenirken, bu ülkelerdeki Türklerin sahip olduğu İslam anlayışının “radikal” olarak nitelendirilmesi gerçeği yansıtmamaktadır. Türk kökenli gençlerin dini radikalleşmeden uzak durdukları düşünüldüğünde, Alman tarafının radikal İslam argümanını İslam’ı ve Müslümanları kendi çıkar ve isteklerine göre yeniden şekillendirebilmek için kullandığı açıkça görülecektir.

Bu konferansın bir başka önemli özelliği de büyük Müslüman cemaatlerle ve kurumlarla diyalog çalışmalarının ötesinde İslam’ın gündelik hayatta nasıl düzenleneceğine yönelik çözüm arayışlarına girilmesidir. Konferansta kısmen basına açık dört tartışma ve üç panel gerçekleşmiştir.

  • İslam Konferansı’na kimler katıldı ? Katılımcılar hangi kriterlere göre seçildi?

İslam Konferansı’na geniş kitleleri temsilen katılan büyük İslam kuruluşlarının yanı sıra İslam eleştirisi yapan ve İslam’ın kamusal alanda varlığından rahatsız olan küçük gruplar ve bireylerin sayıca çokluğu dikkat çekmektedir. 200 kişinin üzerinde bir katılımcının yer aldığı toplantıya DITIB, Almanya Müslüman Merkez Konseyi , İslam Konseyi gibi grupların yanı sıra yeni kurulmuş genç Müslüman inisiyatifler de yer almıştır. Ayrıca Ali Ertan Toprak, Cem Özdemir gibi Müslüman cemaatlere mesafeli duruşlarıyla bilinen isimlerin yanı sıra Hamd Abdel Samed, Necla Kelek ve Seyran Ateş gibi İslam karşıtlıklarıyla tanınmış ve İslam’ın kamusal alanda görünür olmasından rahatsız olan isimlerin kurduğu “Seküler İslam İnisiyatifi” de toplantıda bulunmuştur. Bu grupta yer alan isimler Türkiye karşıtı pozisyonlarıyla da bilinmektedirler. İnisiyatife dahil kişilerin büyük Müslüman cemaat ve kurumlara bir alternatif olarak konferanstan kısa bir süre önce organize olarak kurumsallaşmaları dikkat çekicidir. Konferansa sadece Bakanlığın davet ettiği kurum ve kişiler katılabilirken, katılımcıların hangi kriterlere göre seçildikleri konusunda bir açıklama yapılmamıştır.

Bu bağlamda İslam konferanslarında sürekli olarak aydınlanma ve sekülerizmden bahsedilmesi tesadüf olarak görülemez. Esasında seküler din ve aydınlanmış Müslümanlar vurgusu, radikalleşmeyle mücadele için Müslümanların sekülerleşmesi gerektiği tezinin bir yansımasıdır. Bu amaca matuf, İslam konferansında seküler grupların sayılarının ve etkilerinin artırılmasına gayret edilmektedir. Bu tür ayrımlar ayrıca kategorik olarak “iyi” ve “kötü” Müslüman imgeleri oluşturmakta ve “kötü” Müslümanların oyun dışına itilmesini hedeflemektedir.

  • Alman devletinin İslam Konferansı’ndaki rolü nedir?

İslam Konferansı’nın aslında “İslam Almanya’ya ait değildir.” diyen Seehofer’nın başkanlığında toplanması bir çelişki gibi görünse de bu inisiyatifin tam da İslam’ın ve Müslümanların mevcut halleriyle buraya ait olmadıkları tezinden yola çıktığı ve bunları Almanya’ya uygun yeni bir formata sokma çabası içinde olduğu anlaşılmaktadır. İslam konferanslarının konuları ve katılımcıları Alman İçişleri Bakanlığı tarafından belirlenmektedir. 11 Eylül saldırılarından bu yana Müslümanları güvenlik sorunu olarak gören Alman devletinin İslam konferanslarını İçişleri Bakanlığı bünyesinde tertip etmesi tesadüf değildir.

Bu bağlamda Alman devletinin konferansta sadece moderatör olmadığı ve kendi çıkarlarına yönelik yönlendirici bir rol oynadığı görülmektedir. Almanya’da bulunan köklü İslam kurumların karşıtı ve alternatifi olarak konferansa davet edilen grupların medyada ve siyasette özgürlük, sekülerizm ve eleştirel düşünme gibi kavramlarla özdeşleştirilmeleri ve kamuoyuna bu şekilde yansıtılmaları devletin nötr bir arabulucu olmadığı ve bu gruplara sempatiyle baktığı tezini güçlendirmektedir.

Alman İslamı’nın gerekliliği ve Müslümanların köken ülkelerle bağlarının kesilmesi gerektiği yönünde bu gruplar ve Alman devleti arasındaki görüş birliği de bu yakınlığa işaret etmektedir.Bu konferansta köklü İslami kuruluşların yanında İslam’ı inanç olarak benimsemediklerini açıkça itiraf eden bazı aktörlere eşit partnerler olarak masada yer açılmıştır.Bu marjinal grup ve kişilerin konferansa davet edilme amacının Müslümanların çeşitliliğini sergilemek olmadığı; aksine bunların köken kültür ve ülkeyle sıkı bağları olduğu düşünülen köklü organizasyonları tasfiye etmek ya da dönüştürmek için bir denge unsuru olarak kullanıldıkları görülmektedir. Nitekim Alman basınında konferansa dair verilen haberlerdeki “Geleneksel İslami organizasyonlar seküler ve modern gruplarla aynı masada oturmaya alışacaklar.” vurgusu dikkat çekicidir. Bu minvalde Alman devletinin İslam organizasyonlarının ve burada yaşayan Müslümanların köken ülkeyle maddi ve manevi bağları koparmak istediği ve İslam konferansında bu hedefe uygun gruplarla iş birliği arayışında olduğu anlaşılmaktadır. Bu tür girişimlerin İslam’ı kurumsallaştırma ve bürokratikleştirme ve daha yönetilir kılma çabası olduğu açıktır.

Alman devletinin seküler bir devlet olarak bir inanç grubunun iç işlerine karışması Alman anayasasına aykırı olduğu gibi diğer dini cemaat ve grupların kendilerinin organize etmelerine; mali kaynaklarına ve din adamlarının Vatikan ya da başka yerlerde dini formasyon almalarına karışılmazken Müslümanlara yönelik bu tür baskı ve müdahaleler açıkça ayrımcılıktır. Ayrıca düzenleyicisinin devlet olduğu böylesi bir toplantıya davet edildiği halde katılmayı reddedenlerin devletle karşı bir pozisyon almış durumuna düşme risklerinin bulunduğu ve bu nedenle bazı grupların kendilerini kerhen de olsa bu toplantılara katılmak zorunda hissedebilecekleri de unutulmamalıdır.

  • İslam konferansının başarılı olma şansı nedir?

Konferansın aslında iç güvenlik ağırlıklı politikalardan sorumlu İçişleri Bakanlığı himayesinde organize edilmesi, tartışılacak konuların ve katılımcıların devlet tarafından belirlenmesi, gruplar arasındaki karşıtlık ve bölünmüşlük gibi faktörler düşünüldüğünde bu konferansın Almanya’da yaşayan Müslümanların geleceğine yönelik gerçekçi ve inandırıcı bir perspektif sunamayacağı anlaşılacaktır. Konferans davetli bazı gruplar da dahil pek çok Müslüman nezdinde şüpheyle karşılanırken açık büfede domuz servis edilmesi büyük tepkiye neden olmuş ve konferansın ciddiyetini de gözler önüne sermiştir. Ayrıca İslam Konferansı bazı uzmanlarca Hıristiyan teolojinin devlet eliyle şekillendirildiği Roma konsüllerine benzetilerek eleştirilmektedir.

Alman anayasasına göre Müslüman bir çatı organizasyonun bütün Müslümanları temsil eden bir dini kurum olarak kabul görmesi için tüm Müslümanların farklılıklarıyla temsil ediyor olması gerekmektedir. Konferansta bir araya getirilen gruplar arasında karşıtlığa varan farklılıklar göz önüne alındığında Alman devletinin istediği manada kurumsal bir muhatap olmaları zor görünmektedir. Bunun yanı sıra konferansta bulunan bazı katılımcıların izlenimlerine göre paneller Alman medyasında İslam karşıtı veya seküler grupların çoğunlukta olduğu talk showların bir tekrarı niteliğinde gerçekleştirilmiştir ve nesnel tartışmalara değil polemiklere sahne olmuştur.

Sol tandanslı yazar ve entelektüel Feridun Zaimoğlu, I. İslam Konferansı toplantısında seküler gruplara orantısız bir şekilde yer verilmesi ve hiçbir başörtülünün davet edilmediğini görünce kendisine ayrılan sandalyeyi inançlı başörtülü bir kadının davet edilmesi isteğiyle konferansı terk etmiştir. Bu tür inisiyatiflerin meşruiyeti ve başarılı olma şansı bir yana inandırıcı olabilmesi için gerek Alman devleti ve gerekse katılımcıların en azından Feridun Zaimoğlu’nun gösterdiği cesareti ve dürüstlüğü gösterebilmeleri gerekmektedir.

Diğer yandan başka ülke ve devletlerin etkisinde örneğin Türk ya da Arap İslamı gibi konseptler reddedilirken Alman İslamı’nın meşru ve tartışmasız bir proje olarak kabul edilmesinin beklenmesi inandırıcı değildir. Bunun yanı sıra başka ülke ve devlet etkisinden “kurtarılan” Alman Müslümanları Alman devletinin bağımlılığından kimin koruyacağı sorusu cevapsız kalmaktadır? Kiliselere uygulanan modelle vergi yönetimi ya da finansal destek yoluyla kurumsallaştırılmaya çalışılan Müslüman cemaatlere yeni yükümlülükler getirilirken eğitim, sağlık ve sosyal yaşam alanlarında kiliselere verilen geniş haklar Müslümanlara da tanınacak mıdır? Örneğin İslam’ın kamusal alandan dışlanması için mücadele eden Seküler İslam İnisiyatifi gibi oluşumlar Bayern’de resmi kurumlarda haçın yanı sıra hilalin de asılmasına tahammül edebilecekler mi? Eski İçişleri Bakanı Thomas de Maizière’nin şu ifadeleri bu konuda Alman devletinin duruşunu yansıtması bakımından dikkat çekicidir: “Evet İslam Almanya’nın bir parçası. Ama sadece bir parçası. Hıristiyan ve Yahudi inançları ve kültür anlayışımızla İslam eşit seviyede mi değerlendirilecek diye sorarsanız bu sorunun cevabının hayır olduğunu belirtmeliyim.”

Sonuç olarak Alman İslamı gibi, İslam inancını ve Müslümanları kontrol etme ve dönüştürme hedefine matuf siyasi projeler reddedilmeli ve Almanya’da yerleşik köklü Müslüman Türk kurumları yerel faktörler de göz önünde bulundurarak buradaki Türk toplumunun özellikle Müslüman gençlerin ihtiyaç ve talepleri doğrultusunda yeniden yapılandırılmalıdır.

Etiketler: