24 Haziran: “Eski Türkiye”den “Yeni Türkiye”ye Geçişin Seçimi

24 Haziran seçimleri, ‘Eski Türkiye’ ile ‘Yeni Türkiye’ arasındaki iktidar mücadelesinin oylanacağı, Türkiye tarihinin en politik seçimleridir. Değişimin aktörü konumundaki Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Cumhur İttifakı’na/AK Parti’ye verilecek oylar milletin kendisine vereceği oylardır. Bu oylar, millet iradesine dayalı bir siyasi düzenin inşasının ve bağımsızlık mücadelesinin devamına sunulacak destek niteliğindedir.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Meclis’te AK Parti grubuna yaptığı konuşmasında “Millet tamam derse çekiliriz” ifadesine yer verdi. Bu ifade hiç şüphesiz Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 24 Haziran seçimlerine gidilen süreçteki özgüvenini, demokratik siyasetin kurallarına bağlılığını, ülkedeki siyasi mücadelenin niteliğine dair farkındalığını ve milletle olan bağının ne derece güçlü olduğunu yansıtmaktaydı. Ancak muhalefet bu ifadeyi kampanya döneminde psikolojik üstünlüğü ele geçirmek için araçsallaştırma ve bir platforma dönüştürme yoluna gitti. Sosyal medyada, özellikle yurtdışındaki bot hesaplarla şişirilen ve FETÖ’nün parmağı olduğu aşikâr bir “tamam” kampanyası başlatıldı ve kısa bir sürede uluslararası medya organlarının da pohpohlamasıyla kitleselleştirildi. Uzunca bir süredir Erdoğan-karşıtı bir söyleme sıkışan muhalefet için Erdoğan karşıtlığının içini doldurmaya yönelik olarak –daha önce devreye sokulan “seni başkan yaptırmayacağız” sloganına benzer şekilde– kaçırılmayacak bir fırsattı.

Bu fırsat doğal olarak iktidara karşı psikolojik üstünlüğü ele geçirme şansı sunması açısından muhalefet tarafından oldukça heyecanla karşılandı. Uzunca bir süredir AK Parti iktidarı karşısında siyasi bir alternatif oluşturma noktasına erişememiş olmanın ve sürekli olarak seçim kaybetmenin verdiği eziklik muhalefette nihilizm noktasına ulaşan bir mağlubiyet ve umutsuzluk havası oluşturmuştu. Ve bu çaresizlik hali muhalefette ne yaparsa yapsın kazanamayacağı algısına yerleşiklik kazandırmıştı. Özetle, siyasi yetersizlik muhalefette yoğun bir psikolojik aşağılık kompleksinin yer etme-sine sebep olmuştu. Muhalefetin organize ve şımarık tavırları iktidar kanadında tepkiyle ve yer yer istihza ile karşılandı. Seçimlerin sosyal medyada değil, sandıkta ve sahada kazanılacağı hatırlatıldı. Burada altı çizilen nokta, muhalefetin siyasi ve psikolojik mağlubiyetinin kaynağının esasında çok daha derinlerde olduğu ve bir medya kampanyasıyla bunun değiştirilemeyeceğiydi. Peki nedir bu derinlerdeki kaynak?

Sosyolojik üstünlük meselesi

Muhalefetin sürekli kaybetmesinin ve bu durumu ne yaparsa yapsın değiştirememesinin asıl sebebi sosyolojik üstünlüğe sahip olmamasından kaynaklanmaktadır. Yani, muhalefetin zaman zaman yakaladığı psikolojik üstünlüğü kalıcı bir siyasi zafere taşıyamaması, sosyolojik olarak zayıf taraf olmasının ya da daha doğru bir ifadeyle yanlış tarafta olmasının bir sonucudur. Muhalefetin sosyolojik üstünlüğü sağlayamamasının iki ana boyutundan bahsedilebilir.

Bunlardan ilki, muhalefetin toplumsal alandaki çeşitli talepleri kendi bünyesinde toplayarak siyasal alanda en geniş ve kuşatıcı iktidar bloğunu yaratamamasıdır. Demokratik siyasetin merkezinde toplumsal alandaki talepleri bütünlüklü bir siyasi projeye dönüştürme mücadelesi yer almaktadır. Toplumsal tabanı en geniş siyasi projeyi sunan iktidar odağı demokratik mücadeleden galip çıkmaktadır. Muhalefetin bir türlü başaramadığı şey tam da budur: AK Parti iktidarı karşısında toplumsal tabanı çok daha geniş bir siyasi proje üretememek. Muhalefetin 2002’den günümüze tüm seçimleri kaybetmiş olmasının ve siyaset-dışı aktörlerle ve uluslararası güçlerle beraber hareket etse dahi AK Parti iktidarının ilerleyişini durduramamış ve yerin-den oynatamamış olmasının yegâne sebebi budur.

Bu durum bizi muhalefetin neden bir türlü sosyolojik üstünlüğü sağlayamadığı noktasındaki ikinci ve asıl boyuta götürmektedir. Bu, muhalefetin Türkiye siyasetini belirleyen temel sürecin tersine hareket etmesi ve ayak diremesidir. Peki nedir bu süreç? Türkiye’de toplum Cumhuriyet’in ilanından ve modern demokratik siyasetin kök salmasından itibaren kabaca iki sınıfa ayrılmış durumdadır. Bu sınıflardan birisi tahakküm edenler, diğeri ise tahakküm edilenlerdir. Osmanlı İmparatorluğu zamanında da bu iki sınıfı görmek mümkündür. Ancak kadim siyaset bağlamında hiyerarşik iktidar yapısı, yani tahakküm edenler ve edilenlerin varlığı meşru kabul edilmekteydi. Bu yapının değişmesi için bir toplumsal talep bulunmamaktaydı. Bu dönemde bu ikili yapı korunmakla birlikte bu iki sınıfın dışında konumlanan padişahtan adaleti sağlaması beklenmekteydi. Adalet büyük oranda padişahın tebaanın imparatorluk bürokrasisi tarafından ezilmesinin ve haklarının gasp edilmesinin önüne geçmesi ve herkesi yerli yerine koyması demekti.

Ve modern demokratik siyasetle birlikte bu adalet anlayışı köklü bir şekilde değişti. Çünkü padişah, tahakküm edenler (devlet bürokrasisi) ve tahakküm edilenlerden (tebaa)müteşekkil üç-katmanlı toplum yapısı ortadan kalktı. Padişahın olmadığı bir düzende adalet çok daha farklı şekilde sağlanmak zorundaydı. Adalet anlayışında hiyerarşik ilişkilerin yerini eşitlik ilkesi aldı. Hiyerarşik, sınıflı toplum yapısı, yani toplumun tahakküm edenler ve edilenler şeklinde ayrışması meşru görülmemeye başlandı. Böylece milletin tahakkümden kurtulma ve özgürlük-eşitlik mücadelesi siyasetin merkezine yerleşti. Geniş halk kesimleri bürokrasi ve bürokrasiyle parazitik ilişki içerisindeki ayrıcalıklı toplumsal kesimlerin tahakkümüne son verme mücadelesine girişti. Bu demokrasi mücadelesi milletin, devlette bürokrasinin iradesinin değil, kendi iradesinin, milli iradenin hâkim olmasını sağlama hedefi tarafından şekillendi.

Demokrasi ve bağımsızlık

Türkiye’de millet 1950’lerden itibaren aktif bir şekilde bu demokrasi mücadelesinin içerisinde oldu. Demokrat Parti, Adalet Partisi (1965), Anavatan Partisi, Milli Görüş partileri ve son olarak AK Parti demokrasi mücadelesinin verildiği siyaset mecraları ve aktörleri oldu. 2002’de başlayan AK Parti iktidarına kadar olan dönemde bürokratik vesayet tahakkümünü devam ettirme konusunda millete karşı başarı elde etti. Milletin temsilcisi konumundaki siyasi aktörler bir şekilde etkisizleştirildi. Son 16 yılda ise bu mücadele daha da sertleşti ve büyük bir kırılma yaşandı. AK Parti şemsiyesi altında ve Erdoğan liderliğinde millet, 100 yılı aşkın bir süredir varlığını sürdüren bürokratik vesayeti geriletmeyi ve sarsmayı başardı. Tahakküm eden ve edilenler ayrımına yaslanan siyasi-toplumsal yapı önemli ölçüde zayıfladı. Milli irade siyasette en belirleyici irade haline geldi.

Bu süreçte muhalefet, bürokratik vesayetin savunucusu oldu ve milletin karşısında yer aldı. Tarihin akışına karşı hareket eden muhalefet, sosyolojik üstünlüğü elde etmekten çok uzakta oldu. Sosyolojik üstünlüğü kaybetmek psikolojik ezikliğe yol açtı ve dönemsel psikolojik yükselişler –mesela Gezi Kalkışması, 7 Haziran ve 16 Nisan referandumu gibi–kalıcı olamadı ve iktidar ilişkilerinde dengeleri değiştiremedi. Temelsiz ve yapay her psikolojik yükseliş daha büyük bir düşüş ve hayal kırıklığıyla neticelendi. Bu durum muhalefetin intikam duygularını ve rövanşist söylemlerini kamçılamaktan öteye gidemedi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan 6 Mayıs’ta AK Parti İstanbul il kongresinde açıkladığı manifestonun omurgasını bu adalet ve kalkınma ya da başka bir ifadeyle demokrasi ve bağımsızlık mücadelesi oluşturdu. Bu manifestoyla Cumhurbaşkanı Erdoğan ilk etapta Türk milletinin iradesini ve tarihteki devamlılığının altını çizdi. Bu iradenin ortaya koyduğu büyük siyasi oluşumları, başarıları ve bu iradeyi korumak için verilen mücadeleleri bir devamlılık içerisinde anlattı. Bu iradeyi yok etmek isteyen içerdeki ve dışarıdaki düşmanlara karşı “başaramayacaksınız” nidasıyla meydan okudu.

İkinci etapta ise, millet iradesinin bir zamanlar nasıl içerde ve dışarıda tahakküm altına alındığına vurgu yaptı. Milletin içerde bürokratik oligarşi, dışarıda ise Batılı emperyal güçler tarafından tahakküm altında tutulduğunu belirtti. Bu tahakküme karşı milletin demokrasi ve bağımsızlık mücadelesi verdiğini ortaya koydu.1920’lerden 2000’li yıllara kadar olan dönemi “kuruluş,” 2000’li yılları “diriliş” dönemi olarak adlandıran Cumhurbaşkanı Erdoğan, bundan sonraki süreci ise “şahlanış” dönemi olarak adlandırdı.

Kuruluş, diriliş, şahlanış

Şahlanış dönemine dairen kritik nokta, ülkede son 16 yılda gerçekleştirilen zihniyet dönüşümünün bundan sonra bir kurumsallaşma süreciyle devam etmesi gerektiğine olan vurguydu. Gerçekten de son 16 yıllık dönem, uzunca bir süre tahakküm altına alınmış ve psikolojik olarak ezilmiş mille-tin tekrardan özgüven kazanması ve özgürlüğe alışmasına şahitlik etti. 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimine karşı verilen mücadele milletin iradesini sadece sandıkta değil, sokakta da tanklara karşı savunmakta kararlı olduğunu göstermekteydi. Ancak bu zihniyet dönüşümü ve somut yansımaları millet iradesini merkeze alan demokratik bir kurumsallaşmayla taçlandırılmadıkça –Cumhurbaşkanlığı sistemine fiilen ve hukuki olarak geçilmedik-çe– ülkede gerçek anlamda bir siyasi dönüşüm yaşanmış olamayacağı da aşikardır. Aynı zamanda, bu kurumsallaşmayla eş zamanlı olarak ekonomik kalkınma ve savunma sanayi hamlelerinin yapılması, giderek daha da sertleşecek olan uluslararası güç mücadelesinde ülkenin ayakta kalması için elzemdir.

Bu noktada muhalefetin tüm renkleriyle ve bileşenleriyle geçmişe dönmek için son çıkışta olduklarına yönelik vurgusu ve seferberlik çağrısı boşuna değildir. Muhalefet ısrarla parlamenter sisteme geri dönmekten bahsetmektedir. Burada parlamenter sisteme dönüşle kastedilen ve amaçlanan elbette bir yönetim sistemi restorasyonu değildir. Muhalefetin parlamenter sisteme geri dönmekten kastı bir rejim restorasyonudur. Muhalefetin arzuladığı rejim ise, milletin tekrardan tahakküm edilen konumuna indirgeneceği oligarşik ve uluslararası iktidar odaklarıyla bağımlılık ilişkisi içerisinde bir siyasi yapılanmadır.

Bu veriler ışığında 24 Haziran seçimleri, hükümetin bir siyasi partiden diğerine geçip geçmemesine karar verildiği ve partilerin yönetim performansının oylandığı türden seçimler değildir. 24 Haziran seçimleri, ‘Eski Türkiye’ ile ‘Yeni Türkiye’ arasındaki iktidar mücadelesinin oylanacağı, Türkiye tarihinin en politik seçimleridir. Değişimin aktörü konumundaki Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Cumhur İttifakı’na/AK Parti’ye verilecek oylar milletin kendisine vereceği oylardır. Bu oylar, millet iradesine dayalı bir siyasi düzenin inşasının ve bağımsızlık mücadelesinin devamına sunulacak destek niteliğindedir. Muhalefetin oluşturduğu bloğa verilecek oylar ise, her ne nedenle verilirse verilsin oligarşik statükoya dönüşe ve uluslararası bağımlılığın sürdürülmesine verilecek oylardır.

[Star Açık Görüş, 12 Mayıs 2018]

Etiketler: