16 Nisan AK Parti’nin Pirus Zaferi mi?

Nasıl ki "hayır" cephesi olabildiğince bireyselleşmiş kitlesini AK Parti karşıtlığı ve laikçilik üzerinden sıkı bir cemaate dönüştürebildiyse, AK Parti de yeni söylemlerle şehirli kitlesini cemaatleştirebilir.

16 Nisan halk oylamasında AK Parti-MHP ittifakının başarısı bir Pirus zaferine benzetildi. Pirus zaferi büyük kayıplar verilerek kazanılan ve kazanmanın aslında kaybetmek anlamına geldiği savaşlar için kullanılan bir ifade. Burada üç farklı görüşten bahsedebiliriz.

İlk olarak, AK Parti’ye kategorik olarak karşı olan bir kısım muhalif yorumcu bildik bir temenniyi tekrarladı. Bu görüşe göre AK Parti “gerici” bir partidir yani tarihin yanlış tarafında durmaktadır ve eninde sonunda kaybetmeye mahkûmdur. AK Parti’nin daha önceki siyasi hamleleri ve seçim zaferleri mesela 1 Kasım genel seçimleri için de benzer bir ifade kullanılmıştı. Ancak AK Parti 1 Kasım’dan sonra bir yıkımla karşılaşmak yerine 16 Nisan dönemecini de başarılı şekilde geçmiş oldu.

Bir başka görüş ise AK Parti’nin 16 Nisan’da oylattığı anayasa değişikliğinin içeriğinin giderek cemaatsel yapılardan koparak şehirlileşen yani bireyselleşen ve sekülerleşen dindar-muhafazakârlar tarafından benimsenmediğine dikkat çekiyordu.

Buna göre, şehirli muhafazakârların iktidarın daha fazla parçalandığı, müzakere ve uzlaşmanın esas olduğu bir burjuva siyasetini arzuladıkları dile getiriliyordu.

AK Parti’nin siyasi dilinin uzun süreçte sürekli genişleyen bu sosyolojiyi kuşatamayacağı ve parti ile taban arasında açılan bu ideolojik yarığın zorunlu olarak bir başka partinin ortaya çıkmasına yol açacağı iddia ediliyordu. AK Parti kendini değiştirmediği yani daha liberaldemokratik bir çizgiye kaymadığı sürece 15 yıldır üzerinde yükseldiği seçmen kitlesinin yarısını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalacağı söylenmekteydi.

16 Nisan’da bu faktörün sebep olduğu yüzde 10’luk bir oy kaybının olduğu iddia ediliyordu.

Üçüncü bir görüş, AK Parti’nin izlediği elit siyasetini eleştirerek bir Pirus zaferi resmi çiziyordu. Buna göre, 16 Nisan’da AK Parti özellikle metropollerde önemli ölçüde oy kaybetmişti ve bunun en önemli sebebi AK Parti’nin izlediği dışlayıcı siyaset idi. Bu dışlayıcılığın mahiyeti parti çevrelerinde yükselen belli bir elit grubun diğerlerini dışlaması ve bir ittifaklar partisi olan AK Parti’nin elit tabanını daraltmasıydı. AK Parti ileri gelenlerinin buna göz yumması eleştiriliyordu. Daha da ileri taşıyacak olursak, AK Parti’nin bu elit kadronun güdümünde dar, çatışmacı ve dışlayıcı bir söyleme hapsolduğu ve bunun uzun süreçte AK Parti’yi küçülteceği uyarısı yapılıyordu. Buna göre çözüm, daha önce revaçta olan ancak etkisini kaybeden elit gruplarına tekrardan alan açılması ve daha uzlaşmacı ve kuşatıcı bir söyleme dönülmesiydi.

O halde mesele nedir?

AK Parti’nin bürokratik oligarşiyi yıkan yani Türkiye’yi yeniden tanzim eden bir parti olduğu doğrudur. Bu sebeple, eski rejime gönül vermiş kitleler tarafından “yıkıcı,” “gerici” gibi ifadelerle yaftalanmasının anlaşılabilir bir yanı var. Ancak bu eski Türkiye’nin artık günümüzün uluslararası koşulları ve sosyolojik şartları altında sürdürülemez bir düzen olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Bu sebeple, 16 Nisan’ın AK Parti için bir Pirus zaferi olup olmaması muhalifler açısından pek bir önem taşımıyor. Sonuçta AK Parti mağlup olsa bile bu onların zaferi olmayacak.

AK Parti’nin genç, eğitimli ve şehirli seçmenden istediği kadar oy alamadığı da bilinen bir durum. Bu kitlenin içerisinde hatırı sayılır bir dindar-muhafazakâr topluluğun olduğu ve bu topluluğun sürekli genişlediği de bir gerçek.

Ancak hemen bu kitlenin arayışının otonomi ve özgürlüğü merkeze alan müzakereci ve uzlaşmacı bir liberal-demokratik siyaset olduğu yargısına varmamak lazım. Cemaatler toplumundan bireyler toplumuna geçiş otomatik olarak rasyonalitenin baskın olduğu bir siyasi ortam üretmeyebilir. Avrupa bunun için iyi bir örnek. Olabildiğince bireyselleşmişve sekülerleşmiş Avrupa toplumlarının günümüzde hızlı ve sert bir şekilde duygusal, içe kapanmacı ve milliyetçi bir çehreye büründüğüne şahitlik etmekteyiz. Bireyler toplumunun yeniden-cemaatleşme eğilimi göstermesi toplum dediğimiz olgunun yöneliminin tek-yönlü olmadığını gözler önüne sermektedir.

O halde mesele AK Parti siyasetinin bireyselleşen dindar-muhafazakâr kitle karşısında arkaik kalmasından ziyade onlara yeni bir bütünlük sunamaması yani onlarıcemaatleştirememesidir. Bunun temel sebebi de dindar-muhafazakâr kitlede şehirli ve taşralı eğilimler ve talepler arasındaki ayrışmanın büyümesi ve bu iki kitlenin taleplerinin bir araya getirilmesinin yarattığı zorluklardır. Ancak taşralı kitle sürekli daralırken şehirli kitlenin genişlemesi AK Parti’nin işini zorlaştırmak yerine daha da kolaylaştırabilir.

Nasıl ki “hayır” cephesi olabildiğince bireyselleşmiş kitlesini AK Parti karşıtlığı ve laikçilik üzerinden sıkı bir cemaate dönüştürebildiyse, AK Parti de yeni söylemlerle şehirli kitlesini cemaatleştirebilir.

Siyasetin temelde rasyonel bireyler arası müzakereden ziyade kolektif karşıtlıklar yaratmak olduğu unutulmamalıdır.

Elit siyaseti açısından ise belli elit grupların siyasi ihtiyaç ve şartlara göre yükselip düşüşe geçtiği bir gerçek.

Vesayet düzeni geriletilirken liberal elitlerin ön planda olması ne kadar doğalsa, yeni bir düzen kurulurken ve çatışma ortamında daha şahin ve muhafazakâr elitlerin ön plana çıkması da o kadar doğaldır. Siyaset şartlara göre elit değişimini yönetmeyi salık verir, sürekli olarak aynı elit gruplarını el üstünde tutmayı değil. Ayrıca uzlaşma çağrısının günümüzün devrimci siyasi şartlarında reformizmden ziyade statükoculuk anlamına geldiği ve zamanın ruhuna ters düştüğü gözden kaçırılmamalıdır. 7 Haziran 2015 sonrasında tutmayan uzlaşmacı siyasetin, üzerinden iki sene geçmeden AK Parti’nin kaderi açısından tarihi bir zorunluluk şeklinde sunulması abartılıdır.

Sonuç itibarıyla 16 Nisan, Türkiye siyasetinde oligarşik dönemi kapayıp, demokratik dönemin kapılarını sonuna kadar açmıştır. Bürokrasinin iktidarına son verirken, halkın iktidarını getirmiştir.

Bu yapısal kırılma siyasetin yeniden düzenlenmesini getirecektir. Bu bağlamda partilerin yeniden konumlanışına ve yeni bir parti sisteminin ortaya çıkışına şahit olacağız. Pirus zaferi iddiaları siyasetin bu değişken yapısını ve AK Parti siyasetinin esneklik katsayısını göz ardı etmektedir.

Dolayısıyla 16 Nisan bir Pirus zaferinden ziyade eski düzene öldürücü darbeyi indiren ve halkın iktidarını garanti altına alan 1789 Fransız Devrimi’ne benzetilmelidir.

[Sabah Perspektif, 22 Nisan 2017]

Etiketler: